AYAKTA DURMAYI ÖĞRENMEK
Halkın belleği, anlatılması uzun sürecek olay ve durumları kolay yoldan anlatan, ders verici öykülerle doludur. Kendi ayaklarımız üzerinde durmayı düşünmeden hep birilerinin bizi kurtarmasını isteyen anlayışımızı çok güzel dile getiren bir kısacık öyküyü anlatalım:
Melekler, Tanrı katına çıkarak iki Avrupa ülkesinin savaşa başladıklarını bildirirler. Tanrı: “Olabilir.” der. Melekler gelip başka ülkelerin de savaşa katıldıklarını söylerler. Yine aynı yanıtı alırlar. Sonunda: “Tanrım Türkler de savaşa girdiler.” deyince “O zaman iş değişti. Savaş giysilerimi getirin!” emrini alırlar. Şaşıran melekler, Türklere neden farklı davranıldığını sorarlar. “Çünkü onlar her işlerini bana bırakırlar. Türklerin yerine savaşı da benim yapmam gerekiyor.” yanıtını alırlar.
Bizde çocuklar, yaşları ne olursa olsun hep babanın desteğiyle ayakta dururlar. Bir işi olmayan çocuk, babasından masraflarının karşılanmasını bekler. Aileler de “Devlet Baba”dan yardım bekler. Her tür doğal yıkımlarda kendisi, önceden tedbir alma gereğini duymadığı için yardımına koşulmasını ister. Uyduruk, yapılaşmaya uygun olmayan yerlere yapılan evlerde başına ne geleceğini düşünmeden tehlike anına dek yaşar. Başına sel, deprem, yangın gibi bir tehlike geldiğinde devlet güçlerinin kendisini kurtarmasını ister. Önceden bir tedbir almak, aklına hiç gelmez.
Hep birilerinin bize yardım etmesini isteriz. Her nedense başkaları nasıl bizim için yardım edecek olan birileriyse bizim de başkalarının yardımına koşması gereken birileri olduğumuzu akıl edemeyiz.
Bu nedenledir ki bir kişiyi birkaç kişi bir olup kıyasıya döverken onu seyretmek için önlere atılırız. Ama ayırmayı ya da yardımı düşünmeden: “Ay, yazık! Birileri ayırsa ya şunları!” diye söyleniriz kendi kendimize. Bu birisinin neden biz olmadığımızı aklımıza getirmek istemeyiz.
Ülkenin zor durumlarında hep bir kurtarıcı bekleriz. İsteriz ki birileri çıkıp bizim adımıza ülkeyi kurtarsın. “Böyle durumlarda insanlarımız acaba neden sokağa dökülüp de tepkisini koyamıyor, bu nasıl halk?” deriz de kendimizin de bu halkın bir bireyi olduğunu düşünmek istemeyiz. Sanki biz, bu halkın bir bireyi değiliz, ayda yaşıyoruz.
Elbette bu son durumda örgütlü toplum olmak gereği vardır. İşte bu da kendi ayaklarımız üzerinde durmayı öğrenememiş olmamızdan kaynaklanıyor. Yardımlaşmanın İmece örneğinde olduğu gibi güzel örneklerini kültürümüzde gözlemlemek mümkün ama böylesi durumlarda bir birlik oluşturmayı, güçlü bir sivil toplum örgütlenmesiyle batı ülkelerindeki örneklerinde olduğu gibi güçlü bir kamu birlikteliğini gerçekleştirmeyi beceremiyoruz. Seçimden seçime önümüze konan listeleri oylarımızla araştırma zahmetine girmeden, seçim sonrasını da denetlemeden belirlemeyi yurttaşlık görevini yapmaya yeterli bir davranış olarak görüyoruz. Aslında yönetime bu yolla gelecekler de bunu istedikleri için her türlü yolu deneyerek halkı, bu anlayışın demokrasi olduğuna inandırıyor, şartlandırıyorlar.
Birçok güzel geleneklerimiz var. İnsan ilişkilerimiz güçlü. İnsancıl, sıcakkanlı ve konukseveriz. Büyüğe saygı, küçüğe sevgi, yaşlı ve kimsesizlere yardım gibi üstün özelliklere sahibiz. Güçlü aile bağlarımız var. Bizi başka toplumlara göre öne çıkartan güzel örnekler bunlar. Yüzyıllardır onca baskılara karşın dilini korumuş bir toplumuz. Ne acıdır ki batının kendi ayakları üzerinde duran, yaratıcı, çalışkan, örgütlü toplum yapısını görmezden gelip bu iyi özelliklerimizi, onların yalnız bireyci yapısına özenti olarak terk etmeye başladık. Bireyselleşmeyi, biçimsel özentiyi, buna koşut olarak daha da sırtımızı başkalarına dayamayı ve kurtarıcı beklemeyi batılılaşmak olarak görmeye başladık.
Oysa batılaşmaya, Tanzimat kafasıyla, modacı bir anlayışla yaklaşmadan Batıyı batı yapan ve bünyemize uyan değerlerini kendimiz kalarak almak durumundayız. Kendimiz olmaya çalışırken, dilimiz ve benzer değerlere ihanet derecesindeki yanlışlıklardan sıyrılarak birilerinin bizi kurtarmasını beklemek yerine başkaları için biz, birileri olmalıyız. Bunun en başta gelen yolu da sivil toplumun gücünü kavrayıp önemsenmeyen değil, dinlenen, ses getiren örgütlü bir toplum olarak kendi gücümüzü ortaya koymaktan geçer. Uluslaşmanın, yurttaş olmanın yolu budur. Ne dersiniz, artık ağlayıp sızlanmayı, bir kurtarıcı beklemeyi bırakarak taşın altına elimizi koymanın zamanı gelmedi mi?
Nuri Çelik (27.11.2018)