BUĞDAYI TARLADAGÖREMEYEN KARADENİZLİNİN FIRINCILIĞI NEREDEN KAYNAKLANIYOR? ÖNCELİKLERİMİZ DEĞİŞMELİ Mİ?

BUĞDAYI TARLADAGÖREMEYEN KARADENİZLİNİN

FIRINCILIĞI NEREDEN KAYNAKLANIYOR?

ÖNCELİKLERİMİZ DEĞİŞMELİ Mİ?

Az buçuk bir tatil fırsatı yakalayanımız, soluğu bir deniz kıyısında alıyor.

Doğrudur, denizin mavi sularına kendimizi bırakmanın doyum olmaz bir tadı ve zevki var. İnsanlar kendilerini daha rahat giysilerle ve daha rahat davranış olanaklarıyla özgür duyumsayabiliyorlar. Değişik şehir ve ülke insanları birbirlerini tanıyorlar, arkadaşlıklar geliştiriyorlar.

Acaba tatil için tek seçenek bu mu, bu mu olmalı?

Tek seçenekle karşı karşıya bırakılmak, insanın doğasına aykırı değil mi?

İnsanoğlu değişik seçenekli, özgürce, geniş ortamlarda yaşamayı hep öncelikli gördü. Bu nedenle aklını gücüyle birleştirdi, başarı kazandı. Önce başka canlılara karşı üstün gelmeyi başardı. Kazandığı deneyimler bilgiye dönüştü. Kazanımlarını saklamayı öğrendi. Edindiği bilgileri de belli işaretlerle kalıcı kılmanın yolunu buldu. Böylelikle kendisinden sonra gelenler de o bilgilerden yararlanarak akıl ve güç bileşimi ile doğaya karşı büyük başarıların yolunu açtı.

Beğeniler gelişti. Sürekli özgür kalma ve üstün olma anlayışı değişmedi ama zevkler hep değişti.

Mademki toplumların zevkleri sürekli değişim eğiliminde, o zaman ülkemizde deniz kıyısında tatil anlayışı neden çoğunlukla tek seçenek olarak algılanıyor? Başka tatil seçenekleri yaratılamaz mı? Yaratılanlar yeterli mi?

Denizin güzelliğinin yanında çağıl çağıl akan suların ninnisini kulağımıza fısıldayan ve yeşilliğiyle gözümüzü, gönlümüzü doyuran yüksek dağ başlarına, yaylalara çıkmayı neden çok az düşünür olduk?

Oysa kışın kışlıkta, yazın buz gibi suların çağıltısının eşliğinde yazlığa çıkmak, bizim atalarımızdan gelen bir geleneğimizdir. Bu nedenle köylerimizi hep dağ yamaçlarına kurmuşuz. Deniz kıyısında atalarımızın kurduğu yerleşim yerleri yok denecek kadar azdır.

Bu anlayışın mantıkla örtüşen yanları da çoktur. Böylelikle hem güvenlik sağlanıyor, hem sıtma gibi hastalıklardan, sineklerden, nemden korunmuş, hem ekim-dikim alanları zarar görmemiş oluyor, hem de içme ve kullanma suyunun yanında bir yaşam sağlanıyordu. Ayrıca da dağlar kutsal sayıldığı için ona yakın olmuş oluyorlardı. Bugün bile deniz kıyılarının sivrisinek yatağı olduğu tartışma götürmez bir gerçektir.

Günümüzde yazlık-tatil deyince ilk aklımıza gelen hep deniz kıyısı oluyor. Özellikle de gençler için böyle bir anlayış vazgeçilmez bir isteğe dönüşüyor. Bunun nedenlerini bir kenara bırakalım. Konuyu biraz özelleştirelim, ne dersiniz?

Benim de yakın zamana dek tatil anlayışım bu yöndeydi. Çünkü yaylalarda genel olarak alt gelir dilimindeki halk tarafından basit, ilkel bir yaşam ve konut biçimi geliştirilmişti. İnsanın gözü modernlik arıyordu. Onu da ancak deniz kıyılarında bulabiliyorduk.

Nedense insanlar, deniz kıyısındaki bir yazlık için kesenin ağzını sonuna kadar açıyorlardı da yaylalara gelince cimrileşiyorlardı.

Son zamanlarda halkı daha yakından izleme ilgisi uyandı bende. Küçük yerleşim yerlerine gittim. Aslında köyde doğmuş birisi olarak suyun şırıltısının verdiği zevki hiçbir ezgiden alamayan bir anlayışım vardır. Ama ben de deniz kıyısı tutkusundan kendimi kurtaramamıştım.

Gittim. Dağ başlarına, yaylalara, köylere… Meğer neler kaybetmişiz neler…

Genelde ilkel yapılaşma var yaylalarda. Ama son zamanlarda bu anlayış değişmeye başlamış. Hep tenekeden ve derme-çatma ağaçlardan yapılmış evlerden oluşmuyor yerleşim yerleri.

Bir kere yüksek dağ başlarına yatırım yapanlar da güzel güzel ev ve otel yaptıranlar da var. Hatta Toroslarda bir yaylada o kadar güzel bir ev gördüm ki gidip sahibinden rica ederek birkaç dakika da olsa bahçesinde oturmak geçti içimden.

TUTUCU BİR ÇEVREDE ÇAĞDAŞ ANLAYIŞ

En son Rize’nin Çamlıhemşin kazasına bağlı Ayder Yaylası’ndaydım. Fırtına Vadisi’nde çağıl çağıl akan sularının ninnisinin zevkini yaşayıp, yamaçtan beyaz bir ip gibi aşağıya doğru kıvrımlar çizerek uzanan ve aşağıda beyaz bir köpüğe dönüşen çağlayanlarının tadına doyum olmaz güzelliklerini yaşadım. Burada deniz kıyısındaki kadar hoşgörülü, demokrat tavırlı, çağdaşlığa susamış insanları görmek mümkün. Rize’deki geleneklere bağlı, tutucu insanlarla ilgileri yok.

Cumartesi, Pazar günleri Doğu Karadeniz’in tatil anlayışına sahip insanlarının uğrak yeridir burası. Bir Pazar günü bölgenin özel çalgısı olan tulum eşliğinde kadınlı erkekli horon oynayanların aralarına girdim. Video ve fotoğraf çektim. Hiç kimse kim olduğumu ve bunu neden yaptığımı sormadığı gibi insanı rahatsız eden bir bakışla da karşılaşmadım. Oralı olmadılar.

Böylesi bir anlayış, beni çok etkiledi. Kendi kendime “İşte turizme soyunacak yerde ilk ve en önemli aranması gereken bir anlayış.” diye söylendim.

Büyük çapta maddileşmeye burası da uğramış. Ama öte yandan da paylaşmayı tümüyle unutmamış. Yol kenarında oturup armut yemekte olan bir hanım, yanından geçerken öbür elindeki armudu bana uzattı. Ne yapmak istiyor diye yüzüne baktım. “Al!” dedi. “Bana armut mu satmak istiyorsun?” diye sordum. Meğer yemem için elindeki son armudu bana ikram etmek istemiş.

İnanır mısınız, gözlerim yaşardı. O hanıma içten ve en derin saygıyla baktım. İçimden de “Demek daha insanlık ölmemiş. Hiç tanımadığım bir hanım benimle yediğini paylaşabiliyor. “İşte bizim insanımız bu, insanlık da bu…” diye düşündüm.

Bu düşüncelerle ilerlerken aşağıda kocaman bir ot yığınını şelek yapıp onu sırtına almak üzere iple saran yaşlıca bir hanıma rastladım. O kadar büyük ot yığınını taşıyıp taşıyamayacağını, yokuşu tırmanıp tırmanamayacağını merak ettim. Bakakaldım.

Durumu gören hanım: “Ha kime pakaysun oyla?” diye sordu. Kendisine baktığımı söyledim. Nedenini sordu. Ben de ot yığınını taşıyıp taşıyamayacağını merak ettiğimi ve fotoğrafını çekeceğimi söyledim. Bunun birkaç mislini bile taşıyabileceğini söyledi. İnanamadım. Ama başardı.

Fotoğraflarını çektim.

Yaşından umulmadık biçimde engebeleri geçerek yokuşu hiç de zorlanmadan çıktığı izlenimini bırakırcasına tırmandı.

Başka bölgelere göre burada hayvanlara ot biçip hazırlamak ve taşımak, onların bakımını yapmak, arı kovanlarıyla ilgilenmek gibi işler dışında yapılacak fazla bir iş yok. İşlerin çoğunu genelde kadınlar yapar. Karadeniz’de zaten pazarlarda da kadınlar satış işlerini yaparlar. Erkekler ne mi yaparlar? Doğrusunu isterseniz erkeklerin yapacağı fazla bir iş yok buralarda. Burası son zamanlarda dağ turizmi ve cumartesi-Pazar günleri çevreden gelenler nedeniyle turistik bir özellik kazandığı için erkekler de çalışıyorlar artık. Ya başka yerlerde? İşte orası biraz karışık…

Yıllar önce Bolu pazarında satış yapan bir hanıma neden hep pazarlarda hanımların çalıştığını sormuştum. Erkeklerin başka yerlere çalışmaya gittikleri yanıtını almıştım.

Karadeniz’in erkekleri yapacak iş olmadığı için kendi yöresinde tembeldir ama başka yerlere gidince nedense çalışkanlıkları tutuyor. Bu nedenle çalışkan olarak biliniyorlar. Ayrıca da her olur olmaz her şeye kızan birisi olarak görülüyorlar. Bu düşünceler elbette genel olarak doğrudur. Ancak tam olarak doğru değil. Karadenizlinin, tutucu, inatçı, kendi düşüncesini ne olursa olsun doğru kabul eden sabit fikirli bir özelliği var. Ama başka bölgelerde algılandığı gibi olur-olmaz her şeye çabuk kızan insanlar olmadıklarını aralarına karıştığımız zaman gözlemlemek mümkün.

Pansiyonculuk yapan, kültürlü, Ayşe Selime hanıma yerli giysilerle dolaşacağına başını da açarak bölge hanımlarına örneklik edebileceğini söyledim. Fotoğraf çekmek için başını açmasını isteyince beni kırmadan ve nazlanmadan bunu yapan Ayşe Selime Hanım, bana bir anısını anlattı:

“Yıllar önce burada önce ayran yapıp sattım. Sonra da kaynamış mısır işini yaptım. Özellikle kadınlar arasında bu çabalarım eleştiri konusu oldu. Açıkçası dedikodu yapıldı. Aldırmadım. Kulağımı tıkadım. Bugün pansiyonculuk yapacak duruma geldim. Sizin de dikkatinizi çekmiş olmalı. Bugün satış işlerini genellikle burada kadınlar yapıyor.”

Ben de tam bunu anlatmaya çalışıyorum. Giyim konusunda da aynı öncülüğü yapabilirsiniz öyle değil mi?“ dedim. Ama yanıt alamadım. Anlaşılan pek rahatını bozmak istemiyor. Sanıyorum biraz da yerli giysiyle kendisini daha rahat duyumsuyor.

Gündüz vadinin yeşilliklerinden süzülerek gelen güneş ışınlarının sıcaklığını duyumsuyorsunuz. Bazen derenin çağıltısı bile serinlemeyi sağlayacak etki yapamıyor. Ama gölgeler serin. Akşamın ilk saatlerinde serinlik başlıyor. Hatta yatağa uzanıp da bir şeyler okumanın tadını çıkarmak istediğimizde üşümeye başlayıp üzerimizi örtmek gereğini duyuyoruz. Havanın bulutlu ve yağışlı olması bölgenin genel iklim özelliğindendir. Yağışlı olması burası için doğaldır.

Böyle bir akşamda arkadaşım telefonla aradı. “Denize girmek bile serinletemiyor, yanıyoruz!” dedi. Gülerek üşüdüğüm için yorganı örterek kitap okumakta olduğumu söyledim.

Ben de o sıcaklardan kaçmıştım bir bakıma. Burada hava serindi akşamları. Ama bu küçücük yerde insanlarının içimizi ısıtan sıcaklığı vardı.

BÖLGE İNSANININ KONUKSEVERLİĞİ VE YARATICILIĞI

Rize’de beni karşılayan değerli dostlar Hayrettin Nurol ve Ömer Vatandaş, Çayeli’nin doğu yamacındaki yüksek bir yerdeki lokantada yemek ikram ettiler. Gerçekten buradan Çayeli’nin safir taşlarıyla süslü bir kolye gibi mavilikleri kucaklayan manzarası o kadar tadına doyum olmaz güzellikler sunuyordu ki anlatmak oldukça zor. Yaşamak gerek.

Bir süre sonra beni sahile indirdiler. Çekekte denizin içine doğru uzanan bir yanı açık odada sohbete daldık. Ömer Beyin konuğu olduğumu gören birkaç kişi daha katıldı bize. Sonra çevredeki sessizliği bize doğru yaklaşan iki balıkçı motorunun motor sesi bozdu. Daire çizerek, suyun yüzünde halkalar oluşturarak bize yaklaştılar ve açık yandan yanaştılar. Taze mis gibi bir balık kokusu sardı çevreyi.

Çevik hareketlerle inip balıkları taşıdılar. Hoş-beşten sonra getirdikleri balıkları ayıklayıp bize tava yapmak için kolları sıvadılar.

Bu arada Ömer Beyin babası geldi. Tanışma faslından sonra asansör yapımı ile ilgili bir tartışma başladı aralarında.

Babasına “Sen karuşma ben yaptıracağum daa!” diyor, babası ise beceremeyeceğini söylüyor. Doğrusunu kendisinin bildiğini onların bilemeyeceğini savunuyor.

Telefonla birkaç tane mühendis aranıp soruldu. Eğer günümüz anlayışıyla yapılacağını söyleyen birisi olursa baba “O ne pilur pu işleru!” diye karşı çıkıyor. Eskiye uygunca konuşup da emin olmayan ya da kendisini destekler görünen birisi olursa, o kişinin bu işi bildiğini söylüyor. Yani kendini doğrulayıcı konuşanları doğru kabul ediyor, tersini konuşanların bilmediğini söyleyerek inadından asla dönmüyor.

Arkadaşımın babası beni de kendi yanına çekmek istedi. Ben oyuna gelir miyim? Biraz arkadaşımdan yana olmakla birlikte belli etmeden “Ne şiş yansın, ne kebap” örneği ortaya konuşup yatıştırmaya ve konuyu kapattırmaya çalıştıysam da ne mümkün.

Böylelikle yöre insanının “dediğim dedik” anlayışına, sabit fikirliliğine bir örnek daha yaşayarak tanık oldum.

Doğrusu, özel bakır tavada bir ressamın elinden çıkmışçasına dizilmiş, çok az yağla kızartılan balıkların görünüşüne kıyamazdı insan. Bana kalsa seyretmek isterdim ya millet acıkmış.

Arkadaşlar ne olur biraz seyredeyim.” dedim. “Biz çok acuktuk.” dediler. Çaresiz boyun eğdim.

Sanki yukarıda yemek yememişim gibi ortaya konan balığı ben de iştahla yemeye koyuldum. Tadı nefisti. Bir bakıma yıllardır bu tadın özlemini çekermişim meğer. Karadeniz’in dışında bu tadı alabilmek mümkün değil. Bu nedenle inatlaşmada olduğu kadar balık deyince de aklıma hep bu bölge gelir.

Arkadaşım, su gücüyle küçücük bir dinamo koyup evinin elektriğini elde eden Fatin adında bir arkadaşla tanıştırdı beni. Fatin Bey, küçük bir ahşap evde oturuyordu. Dış kapı girişine koyduğu özel olarak yapılmış bir zürafa başı heykeli görüntüsündeki ağaç bedeni, bizi selamlıyor gibiydi.

Daha sonra bir değerbilirlik ve kendisine söz verdiğim için bir gün ziyaretine gittim.

Ev sahibi olarak beni çok eskiden bu yana tanıyormuş gibi sıcak karşıladı.

Az ileride arıların kovanlarıyla uğraşan insanlar da geldi. Koyu bir söyleşiye daldık. Her yerde Karadenizli insanların olduğunu söyledim.

Hasan Bey :”Yalnızca ülkenin her yanında değil, dünyanın her yanında bizim insanlarımıza rastlarsınız. Benim bir yakınım Kanada’da.” dedi. Örnekler verdi. Yaşlıca olan Ali Bey, yurt dışında çalışmış. Dağ başında olmasına karşın güzel bir arabası var.

Ben onları konuşturmak istiyordum. Ama sorular sorarak beni kendilerinden daha çok konuşturdular.

Biz, ulus olarak üç şeyi kullanmaya kıyamıyoruz:

YAZARIN DİĞER YAZILARI