BİR ZAMANLAR MUĞLA
Politikayı ve politikacıları küçük yaşlarda izlemeye başladım. İlk önemli deneyimim 1948 yılında İsmet İnönü'nün Muğla Halkevi binasının balkonundan Muğla halkına seslenişini izlemek oldu. Cumhurbaşkanıydı ve ülke gezilerinin ilkine Ege'den başlamıştı, doğal olarak Muğla'yı da ziyaret edecekti ve etmişti de. Ne var ki Muğla o zamanlar ana yollardan uzakta yalnızca Aydın'la doğrudan stabilize bir karayolu bağlantısı olan kenarda köşede kalmış bir ildi.
Dokuz yaşında bir çocuktum ve babam birlikte gitmemizi teklif etmiş elimden tutarak götürmüştü o toplantıya... (Gerçi sonraki öğretmenlik yıllarımda her mektubun sonunda: Aman oğlum siyasete bulaşma, sürüverirler, diye tembihte bulunmaktan da geri kalmazdı ama) İyi de olmuştu. İsmet İnönü şimdi bir okul olan, o zamanki Halkevi'nin balkonuna çıkmış yanında eşi Mevhibe Hanım Muğlalılara oradan seslenmişti. Heykele doğru bakan bahçedeki çam ağaçları henüz
birer fidandı ve İnönü'yü izlememize engel olmuyordu.
İnönü ne dedi neler söyledi bir çocuk olarak elbet anımsamıyorum ama daha sonraki yıllarda Muğlalıları mutlu eden, farklı biçimlerde çok yinelenen hitaba başlama sözünü iyi anımsıyorum. "Damlarının kiremitlerine kadar temiz Muğlalılar."
1950-60 arası kitlesel olarak politikleşmiştik. Her yerde politika vardı. Evde, okulda, kahvehanelerde, meydanlarda... Daha yedi yaşında çocukken bayramlarda tören geçidine başlamadan kolunda DP pazıbendi ile gelen Yahya Amca, Demokrat Partinin çoğu kez bir çikolatadan oluşan bayram armağanını bizlere dağıtır, onu hemen CHP'nin bayram armağanı izlerdi. Gel de politika ile ilgilenme(!)
Ne var ki o yıllardan beri devrimler ve çağdaş bir Türkiye'nin kurulması yönündeki adımlar ya yerinde saydı ya da geriye yöneldi. Halkevlerinin ve Köy Enstitülerinin kapatılması bu geriye gidişin kilometre taşları oldu ve bugünlere geldik. Bugün 50 yıl 70 yıl önceyi arar hale gelmemiz acı veriyor.
Corona sürecini yaşadığımız şu zaman diliminde geniş yığınların temel gereksinimlerini dahi karşılamadaki içine sürüklendikleri açmaz hepimize acı veriyor. İşyerlerini kapatmak zorunda kalan esnafın, yaşamını günübirlik kazancıyla sürdüren gündelikçi insanların, sanatçıların ne kadar zor durumda olduklarını biliyoruz. Bu sürecin ekonominin darda kaldığı, devletin borçlanma sınırına ulaştığı günlere rastlaması ayrı bir şanssızlık oldu. Devlet bu kesimleri desteklemekte yetersiz kalıyor bu durum toplumsal krizi derinleştiriyor. Faizli banka destekleri ise soruna çözüm olmaktan öte işyeri sahibi ve çalışanları daha büyük açmazlara itiyor.
Tüm dünyada da uygulanan neoliberal politikalar zaten yoksul ülkeleri daha da yoksullaştırırken her ülkedeki yoksulları da açlık sınırına itiyor. Varsıl kesim ise durmadan servetlerine servet katıyor.
Kitleler ekonomik düzene öyle bir hapsolmuşlar başka bir dünya başka bir ekonomik düzen olabileceğini hayal bile edemiyor.
Bunu o günlere yeniden dönüş istemi olarak değil, Farklı ekonomik sistemler olabileceğini en azından düşündürmek için gene Muğla'yı ve Milas'ı da içine alan geçmiş örneklere doğru yol alarak dilerseniz bir fikir jimnastiği yapalım.
Benim ilkokulda okuduğum yıllarda enflasyon denilen ekonomik yıkım bilinmiyordu. Bugün birçok gelişmiş ülkede olduğu gibi bankalar yatırılan paraya faiz vermezler ya da sembolik bir bedel öderlerdi. Öğretmenlerimiz bize bankaya yatırma gerekçesi olarak para evimizde kalırsa bir yangında kül olabileceğini ya da evlerde çokça barınan farelerin parçalayabileceğini söylerlerdi, para bu bakımdan emniyette kalacaktı. Yoksa faiz için değil...
Bir süre önce Şimdi Yörük Obaları Derneği Merkezi olan Hacı kadı evini ziyaret etmiştim. Hacı Kadı da bugünün bankerleri gibi bankerlik ya da emanetçilik yaparmış. Sanırım o da gereksinimi olanlara ödünç veriyordu. Evin o odasını korumuşlar. Ziyarete açık olan evin orta odasında o günlerden kalma bir masa, üzerinde ikili mürekkep hokkası ve divit kalemler, köşede bir de kasa vardı.
Ayrıca köylüler paralarını kentin eşrafına emanet ederlerdi bunu biliyorum. Tanıdığım bir manifaturacının bu emanet paraları kabul ederek bir deftere kaydettiğini, köylülerin ihtiyaç duydukça özellikle perşembe günleri bu paralardan bir bölümünü aldığına tanık olmuştum. Milas'ta da köylülerin zeytinyağını fabrikada bıraktığını, salı günü ihtiyacı olan para kadar zeytin yağını rayiç bedelle devrederek gereksinimini karşıladığını biliyorum. Bu karşılıklı ilişkilerin bir parçası olarak kentli eşraf köylüye 5-10 keçi emanet eder; kurala göre, keçilerin sütü, kılı, gübresi köylünün yavrusu ise hayvan sahibinin olurdu. Bu dayanışma zamanla bozulduğu için bu konu aşağıdaki tekerlemeye de kaynaklık etmiştir.
......."Ağam ağam benim ağam,
Ağam ağam Kara Ağam.
Hesabım şöyledir ağam:
Yağmur yağdı, gök çatladı.
Koyunların yetmiş ikisinin ödü patladı.
Önden gitti baş toklu.
Arkasından beş toklu.
Onunu verdim kasaba,
Onunu da katma hesaba.
Kurt kaptı birisini,
Ötekinin de getirdim dersini," diyerek sözünü tamamladı.
Çoban 100 koyunun hesabını bu komik sözleriyle verince ağa başına yoğurt kasesini geçirir... Çoban da yüzünden akan yoğurtları sıvazlayarak. "Yarabbi şükür yüzümün akıyla hesabı verdim" der:
TURGUT DERELİ