İKİ YOLDAN BİRİ.

İKİ YOLDAN BİRİ.
        Ülkeyi yönetmek iddiasında olan politikacının önünde iki yol vardır:
Halkın sırtını sıvazlayarak, halka şirin görünerek, ona "Sen büyüksün, sen her şeyi bilirsin, sen her şeye kaadirsin" diyerek koltuk vermek. Halk gibi davranmaya, halk gibi düşündüğünü göstermeye çalışarak halk goygoyculuğu, popülizm yapmak. Böylece oy alıp yönetimini sürdürmek, keseyi de doldurmak.
         İkincisi, halkın önüne düşmek, halkı aydınlatmaya-bilinçlendirmeye çalışmak, uyguladığı eğitim politikaları ile halkı çağdaşlığa taşımak, ülkeyi laik, demokratik bir hukuk devleti temeline oturtmak için gerekli dönüşümleri yapmak. Sosyal ve kültürel devrimlerle ükeyi çağdaş ülkeler seviyesine taşımak.
        Zor olan bu ikinci yoldur. Bu yolu seçenler başlangıçta zorluklarla karşılaşsalar da halk; zaman içinde onların değerini anlar ve Atatürk gibi gönlünde ve tarihinde onu en seçkin yere koyar. Unutulmaz kılar.
        Ötekilerse...
SANATÇILAR.

        Saz çalan, türküler okuyan bir erkek müzisyen gurubu Anadolu turnesine çıkmıştır.
Konser verecekleri ilçede halk. "Sanatçılar gelecek" şeklinde bir duyum alır.
         Grup üyeleri, konser salonunun kapısına geldiklerinde, içerinin, çoğunluğu erkeklerden oluşan izleyicilerle hıncahınç dolu olduğunu görürler.
         Kendilerini karşılayan görevlilere:
         "Salon hazır mı?" diye sorarlar.
         Görevlilerden biri:
         "Sanatçılar nerede?"der. Onlar şaşkınlıkla, biraz da mahcup "biziz" derler.
Görevlinin yanıtı: "Sanatçı denince biz de kadınlar gelecek diye bekliyorduk." olur.

SPOR SEVEN ÖĞRETMEN
          Muzaffer İzgü Ağabey anlatmıştı. TV yayınlarının olmadığı 1950'li yıllardır. Köye atanan öğretmen arkadaşı, her sabah öğretmen okulundan gelen alışkanlıkla üzerinde bir kısa siyah şort ve atlet fanila ile köyün bağ-bahçe aralarında bir saat kadar koşmaktadır.
          Bir süre sonra yanına iki Aza'yı da alan muhtar ilçeye kaymakamı ziyarete gider, hal hatır sorulduktan sonra Muhtar:
"Kaymakam Bey biz hayretler içindeyiz, öğretmenimiz her sabah bahçe aralarında don- gömlek koşturuyor, mutlaka kafayı yedi ya onu tımarhaneye tedaviye gönderin ya da bizim köyden alın."
          Muhtarı; gülümseyerek ve soğukkanlılıkla dinleyen kaymakam. Siz ikiniz haftaya öğretmeninizle beraber buraya gelin der.
          Kaymakamın kendilerini ciddiye almadığını düşünen muhtar çok üzgündür. Süklüm püklüm köye dönerler.
           Ertesi hafta önce öğretmeni dinleyen kaymakam sonra muhtarı çağırır Ne var ki kaymakamın açıklamaları muhtarın aklına bir türlü yatmaz.
          Aradan zaman geçmiştir. Öğretmenle konuşan, köy kahvesinde onunla sohbet eden köylüler yavaş yavaş öğretmeni anlamaya ve sevmeye başlarlar, hatta köyden ayrılırken de çok üzülürler.
BAHÇEMİZ, KOMŞULARIMIZ VE BİZ.
        Çocukluğum Muğla'da bahçeli bir evde geçti. Komşularımızın evleri de bağımsız ve bahçeliydi.
        Komşular arasında saygı, sevgi ve dayanışma vardı. Sevinçlerimizi birlikte yaşar, acılarımızı paylaşırdık.
         Bizim evin önünde asma çardağı... Alçak bir duvarla çevrili iç bahçede: Şakayık, gül, biberiye, leylak, hanımeli gibi çiçekli ağaççıklar; aslanağzı, horozibiği, kral kızı, yıldız, kadife vb.gibi çiçekler.
Dış Bahçede: Zeytin, badem, akasya, dut gib
i ağaçlar vardı.
Komşu bahçeleri de benzerdi bizimkine.
         Sonunda insanlar oraları beğenmedi, kentin alt bölümünde yeni inşa edilen apartman dairelerini adeta yağmaladılar. Yalnızlıklar, mutsuzluklar, bencillikler sosyo-ekonomik farklılıllar bu noktada yaşanmaya başladı işte.
        Belki Muğla'nın yukarı mahallelerinde geçen zaman nedeniyle aynısı olmasa bie benzer bir yaşam sürdürülüyordur. Ne yazık ki apartmanlara taşınan yeni kuşakların çocukları böyle bir bahçeli evde yaşamanın ne olduğunu anımsamadıkları gibi, insanı ne kadar mutlu edebileceğini düşünemezler bile.

TURGUT DERELİ

YAZARIN DİĞER YAZILARI