KARABAĞLAR YAYLASINDA TOPRAK-SU İLİŞKİLERİ
Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda; Muğla'da orta sınıftan tüm memur ve esnaf aileleri gibi biz de kış mevsimini Muğla'da geçirir, yazın Karabağlar yaylasına göçerdik.
Bizim yurt, Polis Kahvesi mevkiinde 10 dönüm tarla içinde 2 katlı bir bağ evi, kuyusu ile bütünleşmiş ailemizi yaz boyunca rahatça barındıran bir mekandı.
Üç dağın eteğinde yer alan ve güneye bakan Muğla evleri yaz sıcağında kavrulurken, Özellikle geceleri oldukça serin geçen Karabağlar'da yorgana sarınıp yatmak tüm Muğlalılar gibi bizim de hoşumuza gider bunu ballandırarak anlatırdık. Gerçi Muğla evlerinin dağın yamacına derinlemesine yerleştirilmiş zemin katları da serin olurdu ama Yaylanın havası bir başkaydı.
O yıllarda Muğla denince tütün tarımı akla gelirdi. Ovanın hemen tamamında tütün tarımı yapıldığı gibi Yaylanın tarla bölümünde de çoğu aileler tütün yetiştirir ya da o bölümü tütün yetiştiricilerine kiraya verirlerdi. Aileler kendilerine ayırdıkları bölümde güzün kesip kavurma yapmak için besledikleri hayvanlar için yem bitkileri ekerlerdi çoğu kez. Bir kenarda yer alan üzüm bağı yanında, bir dönüm kadar bir alanı da bostan için ayırmak adettendi.
Biz tarlamızda üç dört yıl tütün diktik. Sonrasında ya kiraya verdik ya da buğday, mısır gibi ürünler yetiştirdik genelde. Yayla toprağı o kadar güçlüydü ki yılda üç ürün verirdi diyebiliriz. Önce baharda yetişen otlar besi hayvanları için biçilir ya da yolunarak kurutulurdu. Ardından buğday, sonrasında da mısır ekmek mümkün olurdu. Hem de susuz tarım yapıldığı halde.
Kuyumuzun derinliği 12 metreydi. İçme ve kullanma suyumuzu çıkrık düzeniyle kuyudan çekerdik. Kuyu başına ekilen az miktardaki bazı sebze ve iç avlu kenarındaki çiçekleri kol gücü ile kuyudan çektiğimiz bu su ile sulardık.
Yaraş Köyü bölgesinden gelen sel suları uzun bir yol katettikten sonra Hayıtlık denilen mevkiden Yayla içine girer, sonrasında Kazankuyu, Polis Kahvesi, Ayvalı ve Tozlu Kahveleri üzerinden Çayır'a ulaşırdı.
Yakın çevremizde açılan yeni kuyuları izlerken gördük ki yayla toprağının üstü 1-1.5 m. Kalınlığında humuslu bir tarım toprağı, altındaki bölüm kum ve çakıldan oluşan katmanlardan meydana geliyordu. 12 m. derinlikte ulaşılan su, bu tabakalardan süzülerek tabanda büyük bir kitle oluşturuyordu. Kovayla çektiğimiz bu su hem buz gibi soğuk hem de berraktı.
Çayırucu dediğimiz Yaylanın batısına düşen Çayır'a yakın bölgelerde ise toprak yapısı farklıydı. Mana dağı bölgesinden de gelen sel sularının birleşmesiyle Çayır'da kış boyunca biriken ve o bölgeyi bir göle çeviren sular, kış boyunca o topraklarda bekliyordu. İçindeki bizim mil dediğimiz alüvyon çökeldiği için o bölgenin toprak yapısını farklılaştırıyordu.
Çayırucu'nda kuyuların derinliği 3-4 metreye kadar düşüyordu. Benim gözlemim ve görünen oydu ki Bizim bölgemizde devleşen ceviz ağaçları, Çayırucu'nda pek görülmezdi. Bu büyük ceviz ağaçlarının okaliptüsler gibi günde 20-30 ton su tükettiği söylenir. İşte bu ağaçların istediği bol su Yayla'nın doğusundaki tarlaların tabanındaki kum ve çakılların içindeydi.
Yeşil yaprakları rüzgarda ışıl ışıl parlayan ceviz ağaçlarının, ne kadar sağlıklı olduklarını yakından görebilirdiniz. Bizim yurdun kesiklerinde yer alan; bazılarının gövdelerini iki kişinin kollarıyla zor kuşatacağı bu cevizlerin sayısı altıydı. Yılda yaklaşık 30-40 teneke dolusu ürün alırdık ki. Toplamda 450-600 kilo gelen cevizin bugünkü ederine 12-15 bin TL diyebiliriz. O günlerde elbet bu ürünler bugünkü gibi değer bulmuyordu ama sadece ceviz ağaçlarından elde edilen gelir, tarladan elde edilen gelirden daha fazlaydı diyebiliriz.
Çayırucu dediğimiz bölgenin ise kavun ve karpuzuna diyecek yoktu. Bizim bölgenin cevizine karşın oradaki toprakta yetişen özellikle kavunun koku ve tadı bambaşkaydı. Bunu da teyzemler Çayırucu'na yakın bölgede oturdukları ve ziyaretlerine gittiğimizde kestikleri kavun ve karpuzlardan bilirdim. Ayrıca o kadar bol yetişirdi ki tadı azıcık beğenilmeyen hemen besi hayvanlarına doğranılırdı.
Zaman akıyordu. 1950'ler ve sonrasında yavaş yavaş bizim semtteki cevizlerin keyfi kaçmaya başlamış adeta "ince hastalık"a tutulmuş gibi sararıp solmaktaydılar. O yemyeşil yapraklardan eser yoktu artık. Verim azalmış cevizler de içinden kurtlanmaya başlamıştı. Komşularımız nedenini bulmakta zorlanıyor kimi komşular havaların değişmesine bağlıyordu. Bazıları ise o sıralar Türkiye'nin mobilya kaplamacılığında kullanılan ceviz kütüğü ihracının artmasına bağlamaktaydı. İlintisi ne derseniz? Yayla içinde vızır vızır gezen ve ceviz ağacı sahiplerine ağacı kesip, gövdesini satın alma teklifinde bulunan bazı simsarların, ağacın içinin kof olup olmadığını anlamak için kışın ağaca "burgu" vurduğu kuşkusu vardı. Ağaç o yüzden hastalanıyordu onlara göre...
O sıralar Öğretmen okulunda okumaya başlamıştım. Tarım derslerinde edindiğim bilgilerle ben de konuya kafa yoruyordum. Bir süre sonra görüş birliğine varmıştık. Cevizleri bu hale düşüren neden kuyularda motopomplarla su çekilerek tütünlerin sulanmaya başlamış olmasıydı. Artık kuyu suları derinlere kaçıyor o muhteşem cevizlerin suya erişme şansı azalıyordu. Zaten Anadoluda genelde dere kenarlarında yetişen cevizin suyu ne kadar çok sevdiği bilinir. İşte yeni koşullarda bizim o dev cevizlerimiz yok olup gitti.
Bugünlerde uzağında kaldığım için Yayla'mızda neler olduğunu tam bilemiyorum, ne var ki bazı dostlar; çınar, karaağaç, kızılcık, meşe, ve hayıt gibi ağaç ve ağaççıkların da eski sağlıklı yapılarından giderek uzaklaştığından yakınıyorlar. Şunu biliyorum ki zamanla motopompla su çekmek yeterli olmamaya başlayınca o güne kadar bilinmeyen sözü bile edilmeyen artezyen kuyuları açılmaya başlandı. Sayıları çoğaldıkça su daha da derinlere kaçtı.
Bundan sonrası ne olur ben bilemem. Konunun uzmanları; jeofizik mühendisleri konuşmalı, rapor hazırlamalı ve yaylanın toprak-su ilişkilerini onlar belirlemeliler.
TURGUT DERELİ