ALEV YAĞMURU ŞİİRİ
NECATİ YILDIRIM
necatiyildirim46 @gmail.com
(Şair Nail V. 1929 yılında lise öğrencisiyken bir şiir yazdı, adı: Alev Yağmuru... O zaman bu şiir üstünde kıyametler koptu. On sekiz, on dokuz yaşlarında yazdığı bu şiir, onu hem yazın dünyasına tanıttı hem mahkeme kapılarında süründürdü. Sonra da yitiklere karıştı hayatın akışı içinde. Üstelik Nail Çakırhan’ın da belleğinden silinip gitti. Böyle bir şiiri kim merak etmez?..
2008 yılında Alev Yağmuru şiirinin izini sürmeye başladım. Onun için İstanbul’da Beyazıt Devlet Kütüphanesinin yolunu tuttum. Orada bu şiirin yayımlandığı Hareket gazetesini araştırdım. Ne yazık ki böyle bir gazete yoktu kütüphanenin kayıtlarında. Şaşırdım, nasıl olmazdı?.. Sonra bu kez günlerce sahafları dolaştım İstanbul’da. Sahaflarda da yoktu böyle bir gazete, oralardan da elim boş döndüm...
İstanbul’dan başlayan yolculukta ikinci durak, İzmir’de Millî Kütüphane oldu. Orada da gazete, dergi kataloglarını taradım birer birer. Ne var ki yine aradığımı bulamadım.
Sırada Ankara vardı. Bu kez de Ankara yoluna düştüm. Başkentte hem Millî Kütüphane hem de TBMM Kütüphanesinde katalogları gözden geçirdim bir umutla. Ne yazık ki orada da elim boş kaldı.
Yıllarca izini sürdüğüm Nail V. nin yitik şiirini aklımın bir köşesine yazmıştım. Derken on yıl sonra bir gün karşıma çıkıverdi Alev Yağmuru şiiri. Hemen oturdum; sevinçle, heyecanla bu işin öyküsünü yazmaya koyuldum... Ya sonra?..
Sonra nisan ayının ortalarında bir akşam film kopuverdi. İşte o sırada Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinin Acil Servisinde buldum kendimi. Konuşma bozukluğu başladı; sözcükleri toparlayamaz, lokmayı ağzımda çeviremez oldum. Hele gözlerim nasıl zonkluyordu, neredeyse çıldırtacaktı beni.
İzmir’de üniversite hastanelerinde, devlet hastanelerinde, özel hastanelerde dolaştım durdum bir buçuk ay... Filmler çekildi, tomogrofiler çekildi, beyin emarları çekildi... Yetmedi, ardından akciğer filmleri, solunum testleri... Yine olmadı, sonra kardiyoloji... Kısacası, İzmir’de bir tanı koyamadılar.
Sonra İstanbul’un yolunu tuttum mayıs ayının sonuna doğru. Orada İstanbul Aydın Üniversitesine bağlı Medical Park Florya Hastanesinde ünlü nöroloji uzmanı Profesör Dr. Yakup Bey’in karşısında buldum kendimi. Hoca şaşırdı, “Şansın varmış,” dedi, “Bu hastalık iki gözünü de anında kör eder...” Sonra da ekledi: “Siz Avrupalı mısınız?.. Çünkü bu hastalık Avrupalılarda görülür... Milyonda bir insanda olur...” Ben de konuşmaya dermanım yokken güldüm, “Avrupalı değilim ama Avrupalı olmak istiyorum...”
Profesör Yakup Bey yüzüme bakar bakmaz tanıyı koydu: Temporal arter. Beni hemen yatırdı. Daha sonra Nöroloji uzmanı Yard. Doç. Dr. Reza Bey’le romatoloji uzmanı Yard. Doç. Dr. Zühre Hanım birlikte değerlendirdiler hastalığımın günlük seyrini.
İki yıl sürecek bir tedavi görmeye başladım şimdilik.
Bir hafta boyunca hastanede yatarken hep aklımdan neler geçti biliyor musunuz? Bir türlü bitmek bilmeyen Nail Çakırhan çalışması... 2008’den beri, yani on yıldır büyük bir sabırla bu efsane adamla boğuşup duruyordum. İşte ömrümün on yılını verdiğim bu çalışma ortada kalacaktı neredeyse.
Ya Alev Yağmuru şiiri?..
Evet, bu şiiri bulmak için yıllarca çok araştırdım. Bu şiir de hep gözümün önüne geldi hastanede yatarken. O zaman korktum, bunun da serüveni yarım kalacak işte!..
Uzun bir aradan sonra filmi koptuğu yerden yeniden başlatıyorum şimdi...)
Şair Nail V. nin Alev Yağmuru şiirini Nâzım Hikmet çok beğenmişti. Konya’da çıkan bir dergide gördüğü bu şiiri beğenmekle kalmamış, onu bir de Hareket gazetesinde yayımlatmıştı. Böyle adı ilk kez duyulan genç şair, İstanbul’da bir rüzgâr estiriyordu.
Ne var ki Nail Çakırhan’ın böyle bir rüzgârdan haberi yoktu. O, 1929 yılında başka bir hayalle İstanbul’un yolunu tutmuştu: Tıp fakültesinde okumak. İşte bu umutla Gökova Körfezi’nden tanıdık bir tütün şirketinin yük gemisiyle yola çıkmıştı. Önce Sakız Adası’na uğramışlar, sonra da Çanakkale üzerinden gitmişlerdi. Esmer, yakışıklı delikanlı, Muğla’nın küçük bir kasabasından çıkıp İstanbul’un orta yerine düşmüştü. “İstanbul’da kimseyi tanımıyorum.” diye anlatıyor Ender Akbulut’a: “Şirketin adamları beni Meserret Oteli’ne yerleştirdiler. O zaman meşhur bir otel. Kıraathanesi yazarların, çizerlerin mekânıydı...”
O yıllarda Babıali’nin tanınmış kalemleri, Meserret Kıraathanesi’nde buluşuyorlardı. Sirkeci’den Babıali’ye doğru çıkarken solda, köşedeki bu kahveye kimler uğramıyordu ki?.. Mahmut Yesari, Reşat Nuri, Cahit Sıtkı, Vâlâ Nurettin, Peyami Safa, Necip Fazıl, Fikret Adil, Sadri Ertem, Ahmet Kutsi Tecer, Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu... Sait Faik de bu kahvede hep kâğıt oynuyordu. Dönemin ünlü gazetecilerinden Hikmet Feridun Es, kıraathanenin gediklilerinden Mahmut Yesari’yi şöyle anlatır: “Köşede camın tam önündeki masasında... Yağlı saçları yüzüne dökülmüş, önündeki yüz paralık mektep defterine çalakalem yazıyor. Özellikle hikâyelerinde bu defter bir ölçü idi. Son sahifeye gelince de hikâye biterdi.” Gazeteci Mehmed Kemal de, “Meserret bizim için de önemliydi.” diye anlatır: “Kuşağımızın ne kadar ünlü ünsüz edebiyatçısı varsa, burada toplanırdı. Burası adeta bir ucuz buluşma yeriydi. Bir kahve parası verdik mi birkaç saat bekleyebilirdik. İstanbul yağmurundan ince pardösüsü ile tiril tiril kaçan Orhan Veli buraya sığınırdı.” Şair, deneme yazarı Salâh Birsel ise şöyle söz eder bu kıraathaneden: “Meserret Kahvesi tüm İstanbul’un kahvesidir. Orada hiç değilse bir kez oturmamış yazın eri gösterilemez. Gazeteciler çokluk gazeteye verecekleri haberleri, yazıları burada döktürürler.”
Şair Nail V. kıraathanede böyle ünlü yazarların, gazetecilerin arasında kalmıştı. Ertesi gün Resimli Ay dergisine gitmiş, Nâzım Hikmet’i sormuştu. Orada bulamayınca bu kez de Hareket gazetesi aklına gelmişti. Orada ise orta yaşlı bir adam, “Evladım,” demişti bu kara kuru delikanlıya, “Sen kıraathanede bekle. Nâzım gelince biz ona söyleriz...”
Genç şair otelin kıraathanesinde beklerken uzun boylu, gür saçlı, ceketi omzunda, kasketli biri girmişti içeriye. Bu uzun boylu, kasketli adam doğru çay ocağına gitmiş, kahveciyle konuşmaya başlamıştı. O sırada Muğlalı çocuk, adının geçtiğini duyunca hemen fırlamıştı. O sahneyi hiç unutmuyor Nail Çakırhan: “Nâzım kırk yıllık ahbap gibi beni kucakladı. ‘Hadi gidiyoruz!’ dedi. ‘Hareket’ dergisine götürdü beni. Oradakilerle tanıştırdı. Benim Alev Yağmuru şiirini derginin baş sayfasına koymuşlar. Nâzım, benim şiiri yüksek sesle gürül gürül okudu. Oradan da Resimli Ay dergisine gittik. Beni Sabiha ve Zekeriya Sertellerle tanıştırdı. Şiirimi bir de onlara okudu.”
O günleri Nail Çakırhan, yıllar sonra sinema sanatçısı Tarık Akan’la yönetmen Ali Özgentürk’e de anlattı: “Nâzım ara sıra benim ‘Alev Yağmuru’ şiirimi okurdu. Hatta bu çok hoşuna giderdi. Yumruğunu vura vura okurdu. Ben Nâzım’ın böyle canlı şiir okuduğunu hiç görmemiştim...”
Şair Nail V., İstanbul’da böyle bir sürprizle karşılaşmıştı. O sıralarda daha kendi gitmeden adı gitmişti İstanbul’a. Bu arada şiir sevdasına kapılıp da okulunu unutmamıştı. Ders yılı başlayınca doğru okula koşmuştu: “Nuruosmaniye’de tıp öğrenci yurdu vardı. Elimde evraklarla oraya gittim. Orada bana ayakkabı, elbise, çamaşır ne gerekiyorsa verdiler...”
Genç Cumhuriyet yönetimi, bir yandan yaraları sararken bir yandan da okumak isteyen gençlerin geleceğini düşünüyordu. O zamanlar “vatan, millet, sakarya” sözleri, politikacıların ağzında daha yalama olmamıştı, bu sözlerin bir değeri vardı. Yine o zamanlar iktidarlar, halka yalan söylemiyordu. Herkes sözünün eri olduğu için o heyecan dolu yıllar, güzel izler bırakmıştı tıp öğrencisi gencin üstünde: “Halen Cumhuriyetin o yoksulluk günlerinde onca sıkıntı içinde bizlere gösterilen ilgiye şaşırıyorum. Eskiden kalma iki katlı ahşap çok güzel bir yurt binasıydı. İki kişilik odalar; geniş, aydınlık yemek salonu... Dersler Laleli Zeynep Hanım Konağı’nda yapılıyordu. Bu konak sonra yandı.”
Genç şairin “Alev Yağmuru” şiiriyle İstanbul’da Nâzım’la birlikte boy göstermesi kimilerini korkuttu. Öyle ki o günlerde İkdam gazetesi, Nail V. yi birinci sayfada tepeye taşıdı, sekiz sütun üstüne büyük harflerle şu başlığı attı:
“BU NUSHADA HAMDULLAH SUPHİ BEYİN MAKALESİNİ OKUYUNUZ”.
O yılların ünlü gazetesi İkdam, bu ileri gelen siyaset adamının adını birinci sayfadan vermekle kalmadı, bir de fotoğrafını koydu; makalenin yanında pamuk gibi saçları ortadan ayrılmış kocaman bir kafa vardı. Altında da şöyle yazıyordu:“Türk Ocakları merkez hey’eti reisi Hamdullah Suphi bey”.
Hamdullah Suphi Bey, makalesinde şair Nail V. nin Alev Yağmuru şiirini hedef almıştı: “Konyada (Halka doğru) isminde bir mecmua çıkıyor, neşrettiği bir şi’rde köylüler, köylü derisinden fırak giyenler aleyhine hücuma davet olunuyor; ‘Yumruklarını iyi kaldır ve bütün kudretini topla, müstebidin kafasını parçala!.. Telkin budur.” Türk Ocakları Genel Başkanı, belki de Mustafa Kemal Paşa’ya hoş görünmek istiyordu: “Kafası parçalanacak adam, Türk vatanı üstünde, vatan kadar kutsi bir adamdır.” Kimdi bu müstebit, yani diktatör?.. Kimdi kafası parçalanacak adam?.. Elbette Atatürk’tü bu diktatör!.. Hamdullah Suphi Bey, aklını mı şaşırmıştı nedir, öküzün altında buzağı arıyordu. Tutmuş, on dokuz yaşındaki bir çocuğu açıkça ihbar ediyordu: “İstanbulda (Hareket) isminde bir gazete neşrolunuyor, bu gazete Konyada çıkan şi’ri, büyük harflerle tekrar ediyor, şi’rin ismi (Alev yağmurudur)...”
Evet, Alev Yağmuru şiiri Babıali’de epey fırtına koparacak gibi görünüyordu. Hedef gösterilen Hareket gazetesi ise bu suçlamalar karşısında susmadı, Hamdullah Suphi Bey’e hemen karşılık verdi. Gazetenin sahiplerinden Suat Tahsin Bey uzunca bir başyazı döşendi: “Hamdullah Suphi Bey bizi lekelemeyi istemiş olacak ki ‘Alev Yağmuru’ şiirinin en son parçasında adı geçen müstebidi büyük reisimize (Atatürk) mal etmek istiyor. Halbuki bu yüksek şahsiyet gençliğin kendisine ne derin bir imanla bağlandığını takdir etmiştir.”
Suat Tahsin, Hamdullah Suphi Bey’e karşı kaleme aldığı başyazıda Nail V. nin Alev Yağmuru şiirinde dile getirdiği kaygıları yeniden işledi: “Alev Yağmuru şiiri millî bir şiir sayıldığı için Hareket’te iktibas olunmuştur. Köylü denilen zavallıların inkılap sahnelerine gelinceye kadar iki büyük düşmanı vardır. Bir, softalar. İki, mütegallibe. Biliyoruz ki Türk inkılabı bu iki kara kuvveti kökünden yıkmak için çok zaman harcamıştır.” Suat Tahsin Bey dönemin bu anlı şanlı siyasetçisinden sözlerini hiç esirgemedi: “Hamdullah Suphi Beye şimdilik şu kadar söyleyelim ki köylüyü bu kara kuvvetlerin boyunduruğundan çıkaran büyük Türk istiklalinin yüceliğini tasvir için alevden yağmurlar değil, hatta yangından taşmış nehirler düşünmek gerekir.”
Suat Tahsin’in başyazısından sonra gözler bu kez Hamdullah Suphi Bey’e çevrilmişti. Herkes ateşli bir tartışma bekliyordu. Ne var ki kurt politikacı, tereyağından kıl çeker gibi işin içinden sıyrılmıştı. Sonra sahneye birdenbire İstanbul savcılığı çıktı: Savcılık, hemen Hareket gazetesi hakkında dava açtı. Neydi gazetenin suçu? Halkı kışkırtıcı yayında bulunmak... İlk duruşmaya gazetenin avukatı katılmıştı sadece. Mahkeme heyeti bunu yeterli görmedi, gazetenin sahipleri Fahri Kemal Bey’le Suat Tahsin Bey’in de duruşmada bulunmalarını istedi.
Ertesi gün meraklı okurlar, Hareket davasını yalnızca Yunus Nadi Bey’in Cumhuriyet gazetesinde görebildi: “Hareket’te intişar eden ve davaya sebebiyet veren ‘Alev Yağmuru’ unvanlı şiirin iktibas edilmiş olduğunu Konyada basılmış ‘Halka Doğru’ gazetesi aleyhinde kovuşturma yapılıp yapılmadığının mahallinden sorulmasına karar verilmiştir.”
İkinci duruşmada Hareket gazetesinin sahipleri Fahri Kemal’le Suat Tahsin beyler de hazır bulundular. Sanık sandalyesinde oturuyorlardı. Mahkeme başkanı, “Bu şiiri ne maksatla neşrettiniz?” diye sordu. İki gazeteci ayağa kalkıp şöyle savundular kendilerini: “Bu şiiri Konyadaki ‘Halka Doğru gazetesinden aldık. Şiiri okuduk, şiirin maksadını anladık, gazetemize uygun gördük, neşrettik.” Ardından mahkeme başkanının “Şiirde söz konusu edilen hocalarla müstebitler kimler olabilir?” sorusuna ise şöyle karşılık verdiler: “Hocalar ve müstebitler eski derbeylik zamanlarındaki mütegallibelerdir. O devirde mütegallibenin köylülere yaptıkları zulüm ve işkencelerden köylü Cumhuriyet devrinde kurtulmuş, bunların başı ezilmiştir. Fakat bunların gelecekte tekrar başlarını kaldırmak ihtimaline karşı köylüye hitap suretiyle memleket münevverleri ikaz edilmiştir.”
O sırada savcı da dikkatle dinliyordu, bıyık altında güldü: “Muhterem heyet,” dedi, “Bu savunmalar beni tatmin etmedi. Sanıkların cezalandırılmalarını istiyorum.” Bu arada Konya savcılığından beklenen karşılık da daha gelmemişti. Ne yazık ki bu işler hep böyle yürüyordu nedense. O yüzden duruşma yeniden bir başka güne bırakıldı.
Artık Hareket gazetesinin sahipleri sık sık mahkemeye taşınıyorlardı. İşte yine bir duruşmada yargıcın karşısına geçmişler, Nail V. nin şiirini savunacaklardı. Mahkeme başkanı, “Bundan evvelki duruşmada” dedi, “Hareket gazetesinde intişar etmiş olan ‘Alev Yağmuru’ unvanlı şiirin iktibas edilmiş olduğu Konyada çıkan ‘Halka Doğru’ gazetesi hakkında tahkikat yapılıp yapılmadığı mahallinden sorulmuştu...” O sırada herkes Konya savcılığından gelecek yazıyı merakla bekliyordu. Mahkeme başkanı şöyle açıkladı durumu: “Mahkemenin bu konudaki istilamına (soru) cevap gelmediği anlaşıldığından...”
O yıllarda İstanbul nere, Konya nereydi?.. Mahkemenin Halka Doğru dergisi hakkında yazdığı yazıya Konya savcılığından bir türlü karşılık gelmiyordu. Mahkeme heyeti de duruşmayı.hep başka bir tarihe atıyordu. O yüzden işler ağır aksak yürürken, Konya savcılığından yanıt geldi sonunda. Savcılık, Halka Doğru dergisine el koyup sayılarını toplatmıştı. İşte onları da İstanbul’a göndermişti. Ayrıca Konya savcılığı, bu işi üstünden atmak istiyordu: “Dava konusu olan “Alev Yağmuru” unvanlı şiirin Konya Lisesi talebelerinden Nail Efendi tarafından yazıldığı anlaşılmaktadır. O nedenle sorumlu müdür Rıza Polat’la şiiri yazan Nail Efendilerin İstanbul’da yargılanmalarını talep ediyoruz.”
Doğrusu, herkes şaşırıyordu bu duruma. Genç şair Nail V. Alev Yağmuru diye bir şiir yazmış, bu şiir yüzünden mahkemede bulmuştu kendini. Yine bu şiir yüzünden Hareket gazetesi aylardır yargılanıyordu. İşte Fahri Kemal’le Suat Tahsin beyler yine sanık sandalyesinde oturuyorlardı. Bu duruşmada dava birleştirildi. Ayrıca Konya’da bulunan sanıklara da tebligat yapılmasına karar verildi.
Bu arada Hareket gazetesi sahipleri gide gele mahkemeyi yol etmişlerdi. Öyle ki her duruşmada hazır bulunuyorlardı. Yine bir duruşmada mahkeme başkanı, “Geçen mahkemede,” diye başladı sözüne: “Alev Yağmuru unvanlı şiirin iktibas edilmiş olduğu Konyada münteşir ‘Halka Doğru’ mecmuası mes’ul müdür Rıza Polat ve şiiri yazmış olan Nail Beylere de celpname (çağrı belgesi) gönderilmesine karar verilmişti...” O sırada mahkeme başkanının şu sözleri, sanıklara önce şaka gibi gelmiş, sonra da onları hayretler içinde bırakmıştı: “Rıza Polat’la Nail Beylere tebligat yapılmadığı anlaşılmıştır.”
Duruşmalar bir tiyatro oyununa dönmüş, herkes bir rol oynuyordu. Sanık rolünde oynayan iki gazeteci, “Pes doğrusu vallahi!..” diye güldüler: “Böyle de ilgisizlik olmaz ki!.. Böyle de duyarsızlık olmaz ki!..” İkisinin de gözleri parladı öfkeden: “Peki başımıza gelenler kimin umurunda? Kimsenin umrunda değil!.. Hele meslektaşlarımızın hiç umrunda değil!..” Hareket’in sahipleri her duruşmaya umutla, heyecanla geliyor; bir an önce bu haksız yere yargılanmaktan kurtulmak istiyorlardı. Ne var ki bu işler öyle tıkır tıkır yürümüyordu. Bu kez de hiç akla gelmedik bir durumla karşılaştılar, mahkeme başkanının ağzından şu sözleri duydular: “Konyada çıkan ‘Halka Doğru’ gazetesinde ‘Alev Yağmuru’ şiirini neşreden Nail Beyin Muğlada bulunduğundan tebligat yapılamadığı anlaşılmıştır...”
Başına dert açan bu işlere nereden bulaşmıştı Nail Efendi? Lisede okurken genç Cumhuriyetin geleceği üstüne kafa yoruyor, büyük hayaller kuruyordu. İşte o hayallerini gerçeğe dönüştürmek için dergi çıkarmaya karar vermişti. Üstelik de o sıralarda bakalorya (olgunluk) sınavı vardı. Nail V. sınav arasına bir de dergi işini sıkıştırmıştı. Konya Muallim Mektebinde okuyan arkadaşı Rıza Polat (Akkoyunlu) vardı. Parayı o verdi. İki arkadaş 1 Haziran 1929’da kendi küçük, adı büyük bir dergi çıkardılar.
İki gencin çıkardığı dergi Konya basın tarihine şöyle geçti: Halka Doğru. Haftalık şiir mecmuası. Sahipleri Nail V., Rıza Polat. Yönetim yeri, yok. Basım yeri, Babalık Matbaası. Dört sayfa, fiyatı 2,5 kuruş... Ne var ki Halka Doğru, çıktığı gün “yasalara aykırı yayın yapmak” gerekçesiyle hemen kapatıldı. İlk sayı yüz tane basılmıştı, var olan sayılar toplatıldı. Neydi yasalara aykırılık? Alev Yağmuru şiiri...
O günlerde Konya’nın ünlü Babalık gazetesi de karıştı bu işin içine: “Halka Doğru, birçok haltlar karıştırdı. Onun en doğru ismi fisk u fücura doğru (dinsizliğe ve ahlaksızlığa doğru) olabilirdi. Binaenaleyh layık olduğu akibeti buldu.”
Alev Yağmuru davası her geçen gün yılan hikâyesine dönüyordu. Duruşmaların biri bitip diğeri başlıyordu. Bu arada son duruşma günü gelip çatmıştı. O gün dananın kuyruğu kopacaktı artık. Mahkeme başkanı, önündeki dosyayı açıp dava konusu olan şiiri okudu. Ardından da şiiri yazan Nail V. ye, “Bu şiire Alev Yağmuru serlevhasını niçin koydun?” diye sordu. Sanık sandalyesinde oturan on dokuz yaşındaki Nail Bey ayağa kalktı, “Efendim,” dedi, “Bu başlık bir şiir başlığı olarak konulmuştur. O sebeple bunu kelime kelime açıklamak ve incelemek yanlış olur.”
O sırada savcı, yazdığı şiiri savunan genç şairi tepeden tırnağa şöyle bir süzdü: “Şu kurnaza bak yahu!..” diye mırıldandı. Sonra da yüksek sesle iddianamesini bir kez daha yineledi: “Alev Yağmuru şiiri sosyal sınıfları birbirine düşürecek niteliktedir. O yüzden cezalandırılmalarını istiyorum.” Oysa on dokuz yaşındaki delikanlı, İstanbul’a okumaya gelmişti, böyle mahkemelerde sürüneceğini nereden bilecekti? “Ben 1326 (1910) doğumluyum,” dedi, “Bu şiiri beş sene evvel yazdım. O zaman memlekette Şeyh Sait isyanı olmuş, softalar irticai hareketlere başlamışlardı. Cumhuriyet hükümeti bu yılanın başını ezdi. Gene memlekette derebeyleri vardı, bunlar da yok edildiler...” Savcı birdenbire irkildi, kaşlarını çatıp sert sert baktı: “Ulan,” diye homurdandı, “koskoca devlet dururken bu işler sana mı düştü?.. Devletin bakanları var, valileri var, savcıları var...” Bu arada şair Nail V. ise heyecanla anlatıyordu: “Fakat bunlar her zaman için yeniden başlarını kaldırabilirler. İşte bu tehlikeye engel olmak ve yeniden dirilmesine izin vermemek gerekir. Bunun için herekes uyanık olmak zorundadır. Ben bu şiirimle bunları anlatmak istedim.”
Savcı, şair Nail V. nin sözlerine hiç kulak asmadı: “Maznunlar (sanıklar) bu şiirle kanunen mezmum (ayıp) olan bir fiil medhedilmiş (övülmek) ve sunufu içtimaiye (toplumsal sınıflar) yekdiğeri (bir diğeri) aleyhine tahrik edilmiştir. Binaenaleyh müddeiumumilik (savcılık) makamı maznunların 312 inci madde gereğince cezalandırılmasını talep eder.”
Gazetenin avukatı ise savcının iddianamesine çok şaşırdı. Darülfünün Ceza Muhakemeleri Usulü Müderrisi Cevat Ferit Bey, mahkeme heyetinin karşısına dikilip hukuk dersi verdi: “Neşredilen şiirde cürüm niteliği yoktur. Görevi halkı aydınlatmak olan bir gazete sahibi her tehlikeye karşı müteyakkız davranılmasını arzu eder...” Uzun uzun savunma yapan Profesör Cevat Ferit Bey tüm suçlamaları reddetti: “Şu itibarla bizim bu yazıdan dolayı tecziye edilmemize (cezalandırılma) imkan yoktur. Beraatimizi temin etmek suretiyle izharı madelet (adalet gösterme) buyrulmasını isterim.”
Artık Alev Yağmuru davasında savunmalar bitmişti. Daha sonra mahkeme heyeti başkanı, önündeki dosyayı açıp kararı okudu: “Maznunların Türk ceza kanununun 312 inci maddesi gereğince kanunen mezmum darp fiilini medih etmek (övmek) ve sunufu içtimaiyeyi (toplumsal sınıfları) tahrik etmekten 5 ay hapis ve 30 lira cezayı naktiye (para cezası) mahkûmiyetlerine karar verilmiştir.”
O sırada duruşma salonunda derin bir sessizlik oldu. Şair Nail V. çok şaşırdı, kulaklarına inanamadı. Gazete sahipleri Fahri Kemal Bey de Suat Tahsin Bey de çok şaşırdılar elbette. Avukat Profesör Cevat Ferit Bey ise bu hukuksuzluk karşısında deliye döndü.
Ertesi gün Alev Yağmuru davasını görmezlikten geldi gazeteler. Okurlar, yine Cumhuriyet gazetesinde okudu bu davayı. “Fahri Kemal, Suat Tahsin ve Nail Beyler hapse mahkûm oldular” başlığıyla uzunca verilen haber şöyle bitiyordu: “Neticede heyeti hâkime müzakereden sonra Fahri Kemal, Suat Tahsin ve Nail Beylerin sosyal sınıfları birbirine düşürmek, kanuna itaatsizliğe teşvik etmek ve darp fiilini övmek cürmü ile beşer ay süreyle hapislerine, otuzar lira para cezası ödemelerine karar verildi.”
Mahkûmiyet kararına Hareket gazetesi doğal olarak çok sert tepki gösterdi. 23 Birinci Teşrin (Ekim) 1929 Çarşamba günü birinci sayfayı Alev Yağmuru davasına ayırdı. Haber iri puntolarla hemen göze çarpıyordu:
“Gazetemiz sahipleri mahkûm edildi...”
Mahkeme kararı, alt başlıkta ise bir öfke çığlığına dönüştü:
“Düşmanlarımıza müjde...”
Mahkeme boyunca gazetelerin hiç yazmadığı bu davayla ilgili haber şöyle başlıyordu: “Alev Yağmuru şiirinden dolayı gazetemiz sahipleri beşer ay hapse mahkûm edildiler. Fakat mahkeme kararı temyiz edilecektir. Konyada münteşir (yayımlanmış olan) ‘Halka Doğru’ mecmuasında neşredilen Alev Yağmuru serlevhalı şiiri dercettiğimiz (yayımlamak) için müddeiumumilikçe aleyhimize açılan müheyyiç (heyecan verici, kışkırtıcı) neşriyat (yayın) davası mahkûmiyetimizle neticelendi.”
Şair Nail V. 1929 yılında İstanbul’da Alev Yağmuru şiiri yüzünden böyle mahkemelere düştü. Genç yaşta yargıç karşısına çıktı, genç yaşta mahkemeye girip çıkmayı öğrendi, genç yaşta nasıl haksızlığa uğradığını gördü. O günleri yıllar sonra da hiç unutmadı, o günler hep gözünün önüne geldi: “Mahkemenin Konya’da takipsizlik kararı aldığını söylememe rağmen altı ay ceza verdiler. Temyize gittik, karar bozuldu da beraat ettik...”
BİTTİ