YOLU MUĞLA'YA DÜŞEN KUVAYI MİLLİYECİ

YOLU MUĞLA'YA DÜŞEN KUVAYI MİLLİYECİ

 

NECATİ YILDIRIM

 

            Çileli kadın, yetmiş yaşında öfkeyle gelip cezaevinin demir kapılarına dayanıyordu. Yerden taşlar alıp var gücüyle vuruyordu kapıya: "Siz benim oğlumu ne hakla buraya tıkarsınız?.." Sesini duyurmak için ha babam vuruyor, ha babam bağırıyordu: "O bir kahramandır. O Millî Mücadele'ye katılmıştır. Siz Anadolu'da bilmem nerelerdeyken o Yunan'a karşı savaşıyordu."

            Neden böyle bağırıyordu?..

            Oğlu Doktor Hikmet  elli beş yaşına gelmişti. Parti kurdu diye onun haksız yere hapis yatmasına dayanamıyordu. Oğlunun çocukluğu, ilk gençlik yılları gözünün önünden gitmiyordu: Balkanlardan başlamıştı uzun göç yolculukları. Sonra İstanbul'da bulmuşlardı kendilerini. Bir süre sonra ise hayat onları Kuşadası'na atmıştı. Küçük Hüseyin Hikmet, iptida (ilkokul) ve rüştiyeyi (ortaokul) burada okudu. O yıllarda Birinci Dünya Savaşı patlak verince bir yandan Fransız, bir yandan da İngiliz savaş gemileri Kuşadası'nı bombaladı. Bu saldırılarda Pakize teyzesini yitirdi Hüseyin Hikmet. Bundan sonra acılı aile, Kuşadası'ndan Ege'nin bir başka kentine, Muğla'ya doğru yollara düştü.

            O yıllarda Muğla'da asker kaçaklarıyla silahlı adamlar cirit atıyordu. Hatta jandarma deposunu basmışlar; silahları, cephaneyi almışlardı. Bu arada yolları da tutmuşlar, kuş uçurmuyorlardı. Öyle ki telgraf haberleşmesi bile kesilmişti. Çarşıda ise kimse dükkânını açamıyordu korkudan.

            Göçler, savaşlar, ölümler, küçük yaşlarda Hüseyin Hikmet'in belleğine kazınmıştı: "Muğla'ya gidiş. Aydın, Söke yollarında açlıktan, bitkinlikten can vermiş, 'tebdil havalı' Mehmetçikler. Muğla İdadisi, sonra sultanisi. Trampetçilik. Flüt. Ney.  Çekirge mücadelesi. Mezarlığın sakız ağacına bağlı, kurşuna dizilen sayısız asker kaçakları. Her gece bir karakolu basan eşkıya Demirci'nin kestiği başlar. Karakolda çeşit çeşit işkenceler. Subay Murat dayımın ölümü. Tatilde aşar damgacılığı. Ölümden sonra daha acı gelen Osmanlı İmparatorluğu'nun bozgunu. "

            Böyle ağır koşullar altında yine de okumaktan geri kalmamıştı. Muğla Sultanisi'ne yazıldı. Bu okulda bazı ünlü öğretmenler vardı. Bunların başında Türk edebiyatında "Beş Hececiler" adıyla bilinen topluluktan Halit Fahri Ozansoy gelir. Hüseyin Hikmet, Halit Fahri'nin öğrencisi oldu.

            Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı İmparatorluğu yenilgiye uğradı. Bunun üzerine Yunanlılar, 15 Mayıs 1919'da İzmir'e asker çıkarıp Anadolu'yu işgale girişti. Bu işgale karşı bölgede direniş başladı, Kuvayı Milliye örgütleri kuruldu. Sultani öğrencisi Hüseyin Hikmet de okulunu bırakıp 1919'da on yedi yaşında Muğla'da Kuvayı Milliye'ye girdi. Düşmana karşı Yörük Ali çetesinde savaşa katıldı. Bir süre sonra Köyceğiz Kuvayı Milliye Askerî Komutanlığı'na getirildi. Artık Kurtuluş Savaşı'nın gönüllü bir neferi olmuşu.

            Millî Mücadele dönemini şöyle anlatır Doktor Hikmet Kıvılcımlı: "İzmir Yunan işgalinde, depolardan silah çekme. Kuvayımilliye gönüllülüğü. Havada meteliği tabancayla vuran Yörük Ali Efe. Zeybekler, Aydın Cephesi, Çine Köprüsü. 'Köyceğiz Kuvayımilliye Askeri Komutanlığı'na tayin ediliş. Toprak beylerinin vurdumduymazlıkları ve nobranlıkları. Dağ Türkmenlerinin sıcak ana yüreklilikleri. Litografyada elle basılan Menteşe gazetesi. El altından İtalyanları çağıran Mutasarrıfa karşı gizli gençlik örgütü ve saldırılar. Sıtmanın mezarlığa çevirdiği köyler."

            Yörük Ali Efe'ye Millî Mücadele'de Muğla'da Osmanlı Meclisi Mebusanı Ulalı Hamza Hayati Bey destek olur. Düzenli ordu kurulana kadar Yörük Ali'nin erzak, kızan, para gibi tüm gereksinimlerini karşılar. Yörük Ali'yi kullanarak Muğla'da üstünlük kurmaya çalışır. Bu tutumu Kuvayı Milliye içinde anlaşmazlık yaratır. Belediye Başkanı Ragıp Bey bu duruma karşı çıkar.  O da Ege'nin başka bir ünlü efesinden, Demirci Mehmet Efe'den yardım ister. Böylece iki efe, Aydın Cephesi'nde düşmana karşı savaşırlarken Muğla'da iktidar kavgasına düşerler.  

            Millî Mücadele'de Galip Hoca adıyla tanınan Celal Bayar ise Aydın'ın Köşk kasabasında Demirci Mehmet Efe'nin yanında bulunuyordu. Danışman olarak yol gösteriyordu ona. Anılarında iki efe arasında ortaya çıkan anlaşmazlığı şöyle anlatır:

            "Yörük Ali Efe, Milli Mücadele'ye ilk başlayanlardandı. Aydın şehrinin geri alınmasındaki hizmetleri kendisini pek popüler yapmış, âdeta efsaneleştirmişti. Demirci Mehmet Efe mücadeleye sonradan katılmıştı. Şimdiye kadar başarılan işlerde hissesi, şeref payı yoktu. Fakat Demirci de daha yaşlı, bu bakımdan tecrübeli, zeki ve kurnazdı. Tehdidini süratle yerine getirecek kudrette idi. Davada müşterek idik. Ancak bu birliği korumakla başarıya ulaşabilirdik. Yörük Ali henüz toy denecek kadar genç, fakat iyi kalpli bir efedir. Ona evlat ve arkadaş muamelesi yapılırsa gönlü hoş olur. Demirci ile münasebeti ona göre ayarlardı."

            Celal Bayar duygusal değil, sağduyulu davranıyordu. Olup bitenleri düşününce aradaki anlaşmazlığı doğru bulmadı. O yüzden iki efenin düşmana karşı birlik olmalarını isterdi. İki tarafa da öğütler verdi:

            "Köşk karargâhımızda Yörük Ali'nin yakın bir adamını Demirci'nin yanında gördüm. Silahsızdı, yanında muhafaza kızanları da yoktu. Ziyadesiyle terbiyeli bir surette oturup Demirci ile konuşuyordu. Bu hali, emniyet ifadesiydi. Yörük Ali'nin selam ve muhabetlerini Demirci'ye getirmişti. Anlaşmak istediklerinin işaretiydi. Tabii memnun oldum. Bu konuda bana düşen önemli bir görev olduğunu anladım."

            Sonunda anlaşmazlık kan dökülmeden çözülmüştü. Bundan sonra Yörük Ali Efe de Demirci Mehmet Efe de artık düşmana karşı savaşacaktı. Böylece efeler, kızanlarını alıp Aydın Cephesi'nin yolunu tutmuşlardı.

            Mustafa Kemal de Nutuk'ta bu iki efeyi bir tutar, onlara ayrım yapmadan yer verir: "1919 yılının Haziran ayı ortalarında Aydın Cephesi kuruldu. Bu bölgede bulunan 57'nci Tümen'in Komutanı Mehmet Şefik Bey ve Tümen Topçu Komutanı Binbaşı Hakkı Bey'di. Alay komutanlarından Hacı Şükrü Bey, millî kuvvetlerin başında Yörük Ali Efe ve Demirci Mehmet Efe vardı."

            Yörük Ali Efe'nin Muğla'da geçen günlerini ise gazeteci Ünal Türkeş şöyle anlatır: "Muğla'da yalnız Kuvayı Milliye'nin askerlik işlerini yönetmekle kalmaz. Eline mahkeme mührü verilir. Bu mühürle oturduğu Bekir Ağa Köşkü karşısındaki  'Kavakaltı Divanı'nda davalara bakar. Kişisel anlaşmazlıkların çözümünde haksever kimliğinin gereklerini yerine getirir. Onun baktığı davalardan şikayetçi olan yoktur. Barıştırdığı, anlaştırdığı kişilerin ve ailelerin memnuniyetleri  Muğla'da hâlâ anlatılan Millî Mücadele anılarının başında gelir."

            Kuvayı Milliyeci Hüseyin Hikmet ise annesi Münire Hanım ve teyzesi Seher Hanım'la yeniden İstanbul'a döndü. Kaldıkları süre içinde Muğla'da çok şey öğrendi: Toplumsal ayrışmaları, çatışmaları gördü. Böyle olaylar savaş içinde bile bitmiyordu. Toprak beyleri de varlıklarını sürdürmekten hiç geri kalmıyorlardı. Bütün bunlar belleğine kazınmıştı. Bu arada genç Hikmet'in önemli bir özelliği ortaya çıktı: Kalem oynatmak. Evet, Menteşe gazetesinde Millî Mücadele için, bağımsızlık için, özgürlük için yazılar yazdı.

            Başı kalpaklı, ayağı çizmeli genç Hüseyin Hikmet, İstanbul'da Vefa Lisesini bitirdikten sonra Askerî Tıbbiyeyi kazanmıştı. Askerî Tıbbiye güçlü bir siyasi geleneğe sahipti. Genç Hikmet de okul kütüphanesinde Fransız Komünist Partisi'nin yayın organı L'Humanite gazetesini okuyordu. O yıllarda bir gün okulun duvarlarına kömürle şu yazıyı yazdı: "Yaşasın hürriyet, adalet, musavat! Kahrolsun istibdat, kahrolsun zulüm!"

             1925'te doğuda Şeyh Sait'in öncülük ettiği bir ayaklanma başlamıştı. Bunun üzerine Takriri Sükûn Yasası çıkarıldı. Tıp Fakültesindeki ileri görüşlü öğrencileri de vurdu bu yasa. Olay, 1 Nisan 1925 günü Cumhuriyet gazetesinde şöyle yer aldı:

            "Tıp Fakültesi talebelerinden dokuz efendi, evvelki akşam verilen bir emir mucibince tevkif edilmiştir. Tevkif olunanlar meyanında Şahap, Nuri ve Hikmet efendiler de bulunmaktadır."

            Böylece genç tıbbiye öğrencisi, yirmi üç yaşında sorgu odalarıyla, karanlık hücre duvarlarıyla tanıştı. Ne var ki sorgularda, işkencelerde kimseyi ele vermedi. Sonra kendini Ankara İstiklal Mahkemesinde buldu. Yargılama sonunda komünizm propagandası yapmaktan Hüseyin Hikmet Bey'in boynuna cezayı asıverdiler: "On sene küreğe konulmasına..." Mahkeme, daha önce yurt dışına çıkan TKP'li liderleri de cezaya çarptırdı: "Firari doktor Şefik Hüsnü, Hasan Âli (Ediz), Nâzım Hikmet beylerin de gıyaben on beşer seneye mahkûm edildikleri..."  

            Evet, söylemek kolaydı!.. Onca hapislik demir kapılar arkasında yata yata biter miydi?.. Münire Hanım da dışarıda oğlu için çırpınıyordu. "İlk günler..." diye anlatır Doktor Hikmet Kıvılcımlı: "Bizim ev tevkifhaneye pek yakın olduğu için annem yemek getiriyor. Birlikte yiyiyoruz. "  

            Hüseyin Hikmet Efendi hapiste yatarken af yasası çıkmıştı. On yıl yatmayı düşünürken bir yıl sonra özgürlüğüne kavuştu. Artık okulunu bitirmek, doktor olmak istiyordu. Ne var ki polis yakasını bırakmıyordu. Bu kez de 1927 Tevkifatı'nda alıp götürmüşlerdi. Duruşmada mahkeme başkanı, "Hikmet Efendinin isticvabına (sorgu) geçildi." diyerek sözü ona verdi. Sorgudan önce kendini şöyle tanıttı Hikmet Efendi:  

            "Bekârım. Tahsilimi sırası ile Kuşadası'nda, Muğla'da, Vefa Lisesinde, Tıp Fakültesinde yaptım. Askerî Tıbbiyede son sınıfa kadar geldim. O sırada İstiklal Mahkemesine sevk edilerek on seneye mahkûm oldum. Bir sene yattım, tahliye edildim. Sonra vaziyeti düzeltmek için uğraştım. Henüz diplomamı alamadım."

            Mahkeme başkanı sordu, tıbbiyeli Hikmet Efendi yanıtladı. Öyle ki yaptığı savunmayla herkesin dikkatini çekti. Sanıklardan Doktor Şefik Hüsnü, bir mektubunda şöyle yazdı arkadaşına: "Tüm sanıklar içinde en güzel konuşan, yeğenimiz Naci'nin okul arkadaşı genç Doktor Hikmet oldu." Genç Hikmet, bu davadan üç ay hapis cezası aldı. 

            Memlekette tutuklamalar bitmek bilmiyordu. Bu kez de 1929 Tevkifatı başladı. Tutuklama dalgası, Doktor Hikmet'i İzmir Ağır Ceza Mahkemesi'ne savurdu. Duruşmalarda kendine yüklenen suçları kabul etmedi. Mahkeme başkanı kararı yüzüne okudu: Dört sene, altı ay, on beş gün ağır hapis cezası. Verilen cezaya şaşırmadı Hikmet Bey. Mahkeme heyetinin gözü önünde, şapkasını başına geçirdi, kararı gülerek karşıladı: "Hapisten kızıl bir profesör olarak çıkacağız." 

            Hapiste olmak vız geliyordu Doktor Hikmet'e. Artık kızıl profesör olmak için kitapların içine gömülüyordu. Hep araştırıyor, hep düşünüyor, hep yazıyordu. Bu arada yıllar akıp giderken Ankara'da siyasi polise iş çıkmıştı: "Askeri isyana tahrik edenleri toplamak." Böyle bir savla soruşturmalar açıldı, tutuklamalar oldu. Askerî mahkemede, tarihe "1938 Donanma Davası" diye geçecek bir yargılama başladı. Sonunda 29 Ağustos 1938 günü tarihî karar verildi: Nâzım Hikmet yirmi sene, Hikmet Kıvılcımlı on beş sene, Kemal Tahir on beş sene ağır hapis cezası aldı.

            Askerî mahkeme, Doktor Hikmet Kıvılcımlı için gereğini görüşüp düşündü. Ağdalı bir dille yazılan karardan Türkçesiyle akılda şu sözler kalmıştı:

            "Suçu sabit görülen Dr. Hikmet Kıvılcımlı... Eski bir komünist olması... Cezasını çektikten sonra bile bu yoda direnmesi... Çalışmasını yayın ve propaganda alanına geçirmesi..." Sonra da ağır bir suçlama daha yer alıyordu: "Donanmanın disiplinini sarsmak... Memleket savunmasına önemli bir zarar vermek..."

            Sanık Doktor Hikmet, hakkında ileri sürülen suçlamalarla ilgili delilleri sormuştu mahkemede. Askerî savcı, "Bir kıvılcım bazan koca bir donanma gemisini havaya uçurur, bir ülkeyi yangına verir." dedi. Belki de Doktor Hikmet'i bir kıvılcıma benzetip çok tehlikeli görüyordu. Ağzından şöyle bir söz döküldü: "Doktor Hikmet için delil arayacak kadar safdil değiliz."

            Nâzım Hikmet, Hikmet Kıvılcımlı, Kemal Tahir Sultanahmet Cezaevi'nde yatıyordu. Sonra 1940 yılında Çankırı'ya sürgün oldular. Bir süre sonra Nâzım Hikmet, Bursa Cezaevi'ne gitti.  Hikmet Kıvılcımlı Kırşehir Cezaevi'ne yollandı. Kemal Tahir de Malatya Cezaevi'ne atıldı.

            Münire Hanım ise hep oğlunun peşinden koşuyordu. İstanbul'dan kalkıp Diyarbakır'ın yolunu tuttu. Sonra Elazığ'a gitti. Oğlu gözünden ırak olmasın diye Kırşehir'e de gitti. Hapiste ona yemekler taşıdı, kitaplar taşıdı. Hikmet Kıvılcımlı, o günleri şöyle anlatır: "Üç yıl, beş yıl, on yıl zindanıma kuru ekmekten ölmemekliğim için dertli anacığım karınca sabrıyla bulup buluşturduğunu taşırdı."

            Nâzım Hikmet, Bursa Cezaevi'nde Haydarpaşa Garı'ndan başlayan uzun yolculuğu büyük bir destana dönüştürdü: "İnsan Manzaraları'nı 1941 yılında Bursa hapisanesinde yazmaya başladım. Yazdığım 60.000 dizeden elde 15.000 dize var bugün. Onlar da bu kitapta yayımlanıyorlar işte." Bu destanda "Mahkûm Halil" adlı bir karakter vardır. Destanın birçok yerinde adı geçer. Mahkûm Halil, aslında Doktor Hikmet Kıvılcımlı'dan başkası değildir. Nâzım, bu cezaevi arkadaşını Çankırı'ya sevk edilişleri sırasında şöyle anlatır:

 

            510 numaralı üçüncü mevki vagon.

            Jandarmalarla makûmlar birinci bölmede.

            Çavuş daha bir kerre olsun gülmedi.

            Mavzerler yatırıldıysa da raflara

            Kelepçeler çözülmedi.

            Ayrı ayrı dünyalarda iki taraf.

 

            Kitap okuyor mahkûm Halil.

            Çevirirken dizinde duran kitabın yapraklarını

            çok rahat bir ustalıkla kullanıyor

            bileklerinden demirli parmaklarını.

            Kitap ve kelepçelerle;

                                    on üç senedir

                                     bu beşinci yolculuğudur.

            Gözlerinin altında çizgiler

                                    şakaklarında beyaz.

            Fakat kitap, kelepçe ve yürek eskimedi.

            Ve şimdi

            yürek her zamankinden umutlu

                                    Halil okurken kitabını

            'Kelepçe,' diye geldi aklına.

            'Seni pulluk yapacağız kelepçenin demiri.'

            Ve öyle güzel söylenmiş buldu ki bu fikri

            yine üzüldü birdenbire

            ölçülü ve ölçüsüz

            şiir yazmak hünerini bilmediğine.

 

            Haydarpaşa'dan kalkan katar, kiraz bahçeleriyle dolu Yarımca'da durmuştu. Nâzım, burada yine kelepçeli Halil'i anlatmaya koyulur:  

 

            Mahkûm Halil,

            kapattı kitabını.

            Hohlayıp sildi camını gözlüklerinin,

            Baktı bahçelere

            Ve şu sözleri söyledi:

            (.)

            'ben yeni baştan bir kere daha anlarım

                                    değişmesi lâzım geldiğini

                                                ve değişeceğini mutlak

                                                bugünkü insan hayatının.'

 

            510 numaralı üçüncü mevki vagonda bulunan mahkûmlardan kelepçeli Halil, yolculuk boyunca sık sık sahnede görünür:

 

            Ve Halil

            Hatırladığını farketmeden hatırlamaktadır:

            Polis müdürlüklerinde odalar,

            Jandarma nezaretleri,

            Hapishaneler

            Herbiri kopmuş bir yürek gibi vurup

            Akıllı kederinde

            Geçiyorlar kilometre taşları gibi durup

            Yolunun kenaranda.

            (.)

            Yedi gün yedi gece yolculuk.

            Ve  İstanbul'da geçerlerken köprüden

                                    peşlerine takıldı çoluk çocuk.

            İlkönce tuhaf bir utanma duydu Halil

                                                sonra büyük bir rahatlık.

            Ve bu rahatlığı bir daha kaybetmedi artık.

 

            Evinin her basılışında

                                    aynı rahatlıkla açtı kapıyı.

            Ve müdüriyette her kalkışında sopanın altından

                                    (yanaklarında parçalanmış gözlüğü

                                                ve tabanlarında ayıpladığı bir sızı)

                                    yüreğinde fakat

                                                hiçbir şey söylememiş

                                                hiç kimseyi ele vermemiş olmanın rahatlığı,

                                                                                               aynı rahatlık.

 

            Doktor Hikmet'in şöyle bir öyküsü de yer alır destanda:

 

            Ve galiba üçüncü girişinde İstanbul Cezaevi'ne

            aynı rahatlıkla yattı açlık grevine

                                                           arkadaşlarla beraber.

            ve tayınları yastık yaptılar

            ayaklarında pıranga

            ve ıslak çimentoya uzandılar yarı çıplak.

            Ve şarkta

            akrepleri, toprak koğuşları, karpuzlarıyla ünlü hapisanede

            Halil'in üstüne uşaklarını saldırdı Kürt beyleri

            ve beline inen odunla devrilmeden önce Halil

                                                           aynı rahatlıkla yardı üçünün kafasını.

           

            Piraye'ye Mektuplar'da da çok geçer Hikmet Kıvılcımlı'nın adı. Nâzım Hikmet, tutuklu bulundukları Erkin Gemisi'nden 28 Mart 1939 tarihinde yazdığı mektubunda  "Karıcığım," diyordu Piraye'ye: "Doktor Hikmet bugün altı ay tebdili hava alarak çıktı. Belkemiğinde verem varmış. Acıdım." 

            Nâzım, 16 Şubat 1940 günü de "Karıcığım," diye kâğıt kaleme sarılır:

            "Yine aramıza deniz, tren yolu, dağlar ve mektuplar girdi. Hasretin bende en tez ve en ateşle beliren histir. Ankara'da iyi karşılandık. Bir iki saat kadar jandarma karakolunda hafif tertip sıkıntı çeker gibi olduk ama sonra rahatladık. Ankara'dan Çankırı'ya keyifli geldik. Gece on biri beş geçe Çankırı istasyonundaydık. Buranın elektrik fabrikası on ikiye kadar çalışıyor. Sonra şehirde daha geç vakte dek oturmak isteyenler olursa gaz lambası yakıyorlar."

            Mektubun sonunda, "Kemal'in, Hikmet'in selamları." diye iki arkadaşını da unutmuyordu. Bir başka mektubunda ise şöyle yazıyordu: "Hikmet'in bir mektubu ve bir ricası var. Zahmet olmazsa yerine getir. Kemal ve Hikmet çok çok selam ederler."

            Doktor Hikmet, Kırşehir Cezaevi'nde ise çiftlik hayatı yaşıyordu sanki. İyi bir odası vardı. Odasında istediği gibi rahatça çalışıyordu. Ayrıca küçük bir bahçe vermişlerdi ona. Orada tavuk, kuzu besliyordu. Onun bu yaşantısı Bursa Cezaevi'ne, Nâzım Hikmet'e kadar ulaşmıştı. Nâzım da bu durumu Malatya Cezaevi'nde yatan Kemal Tahir'e yazmıştı bir mektubunda: "Doktor Hikmet'ten mektup aldım. Kırşehir'den buraya, adaya gitmek üzere mahkûmlar geldi... Rahatı ve kazancı yerindeymiş. Koyunu, kuzusu, tavukları, daktilosu, radyosu varmış. Emin ol ki çok sevindim. Burada emin ol ki sözünün lüzumsuzluğunu anlıyorum, ama sevindiğimi anlatmak için kullandım. Oğlanın biraz insana alışması sevinilecek şeydir."

            Kırşehirliler de sevinmişti elbette. O yıllarda doktor ayaklarına gelmişti çünkü. Hasta olanlar hemen cezaevine koşuyor, orada alıyordu soluğu. Kırşehirli bir kadın, Doktor Hikmet'in iyiliğini yıllar sonra bile unutmamıştı: "Kırşehir'de ablam hastalanmıştı. Kanser dediler. İyileşme şansı yok dediler. Ama babam bırakmadı işin sonunu. Kırşehir hapishanesinde yatan ünlü bir doktor varmış. İzinle dışarı çıkıyormuş. Bir de ona gösterin dediler. Biz de savcılığın özel izniyle eve getirdik. Çok nazik ve şefkatliydi. Çok etkilenmiştik. İyice muayene ettikten sonra merak edecek bir şey yok, sen kanser değilsin, şu yazdığım ilaçları kullan, bir şeyin kalmayacak dedi ablama. Bu sözü bir güneş gibi aydınlattı evi."

            Doktor Hikmet, Kırşehir Cezaevi'nde on iki yıldır aslanlar gibi yatıyordu. Sonra 1950'de afla salıverildi. Geride üç yılı kalmıştı. Salıverilmeseydi onu da peynir ekmek gibi yer bitirirdi.

            Acılarla dolu yaşamı sürüp gidiyordu. Gençlik yıllarından bu yana hep rüzgâra karşı yürüyordu. Elbette bunun bedelini ağır ödedi. Yirmi iki yıldan fazla hapis yattı. Mahkûmiyetleri ise kırk yılı bulmuştu aslında. Cezasının bir kısmı af yasalarıyla silindi. Böylece memlekette belki de en çok hapiste yatan kişi oldu.

            İşte bu çileli adamın hamuru Millî Mücadele yıllarında bağımsızlık ruhuyla Muğla'da yoğrulmuştu...

YAZARIN DİĞER YAZILARI