Alaşehir'de öğretmenliğe başlayınca ilk önce sendika şubesine gittim. Evet doğru gittim, Türkiye Öğretmenler Sendikası'na (TÖS) üye oldum. Sendikanın rozeti gözümün önünden hiç gitmiyor: Küçük bir dikdörtgen biçiminde bir mavilik... O maviliğin içinde bir güneş... Hemen altında da küçücük "tös" yazısı... Böyle sevimli bir rozeti taktım, yıllarca gururla yakamda taşıdım. Hiçbir zaman yakamdan çıkarmadım. İşte dağ gibi bu sendika vardı arkamda. Belki de bir yerlerde okumuştum; örgütlü olmayan bir toplum, örgütlü olmayan bir kitle köle sayılırdı. O günlerde Halkevi'ni de unutmadım. Oraya da kayıt oldum. Böylece öğretmenliğim okulun dışına da taşacaktı.
Alaşehir'de yine ilk günlerde gazeteciliğe bulaştım. O yıllarda Çetin Altan'la bütünleşen Akşam gazetesinin Alaşehir muhabirliğini üstlendim. Ardından da Demokrat İzmir muhabirliğine soyundum. Sonra muhabirlik yetmedi, Demokrat İzmir'de yazılar yazmaya başladım.
Çiçeği burnunda bir öğretmenken yerleşik birtakım kuralları, kalıpları sorgulamaya başladım. İşte 10 Kasım vardı önümüzde. 10 Kasım'ı yas günü olmaktan kurtarmak gerekiyordu. Yine törenlerde konuşulan devletin bazı temel taşları yerine oturtulmamıştı: Yurdumuzun bağımsızlığına ne oldu?.. Devrimlere ne oldu?.. Laikliğe ne oldu?.. Bunları konuşmak gerekiyordu. O heyecanla kolları sıvadım, oyun hazırlamaya giriştim. Gece gündüz çalışarak oyunu yetiştirdik. O gün akşam Şehir Sineması'nda sahnede sergiledik. Oyunda cumhuriyetin topluma kazandırdığı yenilikler anlatılıyordu. Üstelik oyunu yalnız öğrencilere değil, bütün Alaşehir halkına sunduk. Bu çalışmamız büyük ilgi gördü, sinema dolup taştı.
Belki de Alaşehir'de ilk kez bir sinemada halka açık 10 Kasım etkinliği düzenlemiştik. Bu etkinlikten yüzümüzün akıyla çıktık.
Ya sonra?.. Sonra öğrenciler yakamı bırakmadı. Bu kez de daha büyük bir oyun hazırlamaya başladık. Cahit Atay'ın bir oyununu düşündüm: Karaların Memetleri. Bu oyunu sahneye koyacaktık. Elimde ses alma aygıtı, yollara düştüm, yürüyerek yakın köylere gittim. Oralarda öküz, eşek, horoz, köpek sesleri kaydettim. Bu sesler, gösterim sırasında sahne arkasından verilerek oyunu zenginleştirdi. O gün öğrenciler usta oyunculara taş çıkartmıştı.
Öğretmenliğimin ilk günlerinde kendi kendime söz verdim. Aydınlanma yolunda yürüyecektim. O yüzden bir gazeteyle yetinemezdim; Akşam gazetesi alırdım, Cumhuriyet alırdım... Bunlar da yetmezdi, Milliyet'le Ulus gazeteleri de katıldı bunlara. Demokrat İzmir gazetesi ise postayla gelirdi her gün. Böyle bir kucak gazete taşırdım işte!.. O zamanlar gazeteler yirmi beş kuruştu, sanki sudan ucuz gelirdi bana. Belki de okumaya düşkün olduğumdan gazetelere verdiğim parayı hiç aklıma getirmezdim.
Bu arada Varlık ve Türk Dili dergilerini unutmadım, onlara abone oldum hemen. Bu dergileri daha önceden biliyordum çünkü. Merak etmiştim, o yıllarda çıkan Şiir Sanatı adlı bir dergi vardı, onu da kaçırmadım. Bunlara Ant, Türk Solu gibi siyasal içerikli dergileri de kattım.
Ant dergisi ilk sayısıyla hemen dikkatimi çekmişti: Sol üst köşede büyük harflerle adı yazıyordu: ANT. Sonra gözüm onun altındaki yazılara gitti: Haftalık Dergi . 3 Ocak 1967 . Sayı:1 . 125 Kuruş. Kapağa göz attım: Kare biçiminde büyük bir çerçeve içinde koyu bir siyahlık... Ortasında da yine turuncu bir yuvarlak... Yuvarlağın içinde ise büyük harflerle yazılmış bir slogan: BAĞIMSIZLIK VE SOSYAL ADALET İÇİN. Yuvarlağın çevresinde de dişi harflerle yazar adları: Nadir Nadi, Aziz Nesin, Çetin Altan yazıyordu...