YOLU MUĞLA'YA DÜŞEN CAN BABA (1)

YOLU MUĞLA'YA DÜŞEN CAN BABA (1)
NECATİ YILDIRIM

Şair Can Yücel 1989 yılında Datça'yı eliyle koymuş gibi buldu.  Hemen karısı Güler Hanım'ı aradı, "Kuzum ben Datça'dan ev aldım." dedi karısına. Elbette bu habere şaşırdı Güler Yücel. Şaka sandı ilk duyunca. Çünkü hayatında hiçbir şey almayan kocası şimdi nasıl olur da ev alırdı?.. 
Eski Datça diye bilinen yerdeydi evleri. Bir köy eviydi, bakım istiyordu. Biri şair gözüyle, öbürü ressam gözüyle bakıp adam ettiler evi.  Hiç akıllarında yokken mekânları Datça oldu böylece. Sevinçlerini şöyle anlatır Güler Yücel: "Her mekânda Can'la beraber yaşadık, ama bu Eski Datça'daki son mekânımızda Can durmadan şiir yazdı, ben de resim yaptım."
Eski Datça'ya yerleştiklerinde altmışını geçmiş, yetmişine doğru gidiyordu. Ruhu gençti ama hayat onu çok yormuştu. Öyle ki son zamanlarda "Ben ihtiyarladım." diye tutturmuş, yaşlılığı diline dolamıştı. Denize zürafa gibi uzanmış yarımadada yaşama tutunsa da arada ölüm geliyordu aklına. O yüzden bir şiirinde şöyle vasiyet etti:

Beni kuzum Datça'ya gömün
Geçin Ankara'yı İstanbul'u!
Oralar ağzına kadar dolu
Alabildiğine de pahalı

Hasan Âli Yücel'in oğlu olmak bir onurdu elbette. Böyle büyük bir insana ufacık bir leke getirmekten kaçınıyordu. Ne var ki vekil oğlu olmak gibi bir ayrıcalık da istemiyordu. O yüzden babasının makam aracına hiç binmedi. Böylece muhalif kişiliği hep öne çıkıyordu. 1950'de ise Demokrat Parti iktidar olunca babasının yaşadığı siyasi zorluklar onu da etkiledi, bir süre iş bulamadı. Yıllarca hep koşturdu, hep yaşamla boğuştu. Aç kaldı, işsiz kaldı, hapislerde yattı. Yine de bütün zorluklara, baskılara göğüs gerdi, örgütlü olmaktan hiç ödün vermedi. 1960'larda yazdığı bir şiiri şöyle bitiyordu:

Zikredelim önce halkın adını
Çocuğun işçinin hakkını
Alsın diye köylü toprağını
İşçi Partisine yaptırdım kaydımı

Şair Can Yücel TİP'e kaydını yaptırmıştı. Üye olarak toplantılara katılıyor, alanlara koşuyordu. Parti görev verdiğinde de ön saflarda yer alıyordu. 
Hiç unutmam!.. 1968'in yaz aylarıydı. İzmir'de Amerikan 6. Filosu'nu protesto mitingi vardı. Cumhuriyet Alanı'nı işçiler, köylüler, gençler doldurmuştu. Ben de Muğla'dan kalkıp gelmiştim bu eylem için. O mitingde Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) Genel Başkanı Zülküf Şahin konuştu... Şair Can Yücel konuştu... TİP İstanbul Milletvekili, Profesör Sadun Aren konuştu. Konuşma aralarında bir genç saz çaldı; saz eşliğinde marşlar, türküler söylendi. Sazlı sözlü, hoş bir miting oldu. "Kahrolsun Amerika!..", "Kahrolsun 6.Filo!..", "Yaşasın tam bağımsız Türkiye!.." sloganlarıyla sarsıldı miting alanı.
O gün şair Can Yücel'i de dinledim. Bir kere de onun ağzından duydum Amerikan askerlerinin çirkinliklerini. Amerikalıların ülkemizde cirit attıklarını, devlet içinde devlet gibi yaşadıklarını söyledi: "Amerikan er ve subaylarının işledikleri suçları kendi mahkemelerimizde cezalandıramıyoruz. 1950-1960 yılları arasında yüzlerce ırza geçme, cinayet ve trafik kazası suçu işleyen Amerikalılara hiçbir ceza uygulanmamıştır..." 
O yıllarda devrim rüzgârları esiyordu memlekette. Sonra rüzgâr tersine dönüverdi. 12 Mart 1971'de koyu bir karanlığa gömüldü memleket. Bu karanlıktan Can Yücel de payını aldı; iki kitap çevirmekten tutuklandı, on beş yıl hapislikle yargılandı. İstanbul'da Toptaşı Cezaevinde yatarken Adana'ya yol göründü. Yolda giderken Bi Sen Eksiktin Ayışığı şiirini yazdı:

Bileklerimizi morartmış yeni Alman kelepçeleri,
Otobüsün kaloriferleri bozuldu Kaman'dan sonra
Sekiz saat oluyor karbonatlı bir çay bile içemedik,
Başımızda perensip sahibi bir başçavuş,
Niğde üzerinden Adana Cezaevine gidiyoruz...

Bi sen eksiktin ayışığı
Gümüş bir tüy dikmek için manzaraya!

Siyasi tutuklu Can Yücel kırk altı yaşındaydı onu Adana Cezaevine getirdiklerinde. Koğuşa girdiğinde gözleri çakmak çakmak oldu: Kimi uykusunda bağırıp çağırıyor, kimi ağlıyor, kimi gülüyordu... Kimi konuşuyordu... Kimi isyan ediyor, kimi küfrediyor, kimi de diş gıcırdatıyordu... Böyle âdembabaların arasında yatarken babası Hasan Âli Yücel düştü aklına. 26 Şubat 1961 gününe gitti. O gün babası ölmüştü. Babasını şu sözlerle uğurladı şair Can Yücel: "Böylesine civan bir ölümü mendil altı etmek benden ırak olsun. Bu, bir cenaze değil, bir temel atma töreni olmalı! Yücel'in cıvıl cıvıl anıtı üstüne kurulan bir bilinç yapısının temeli! Üstüne bir avuç toprak ya da bir yaprak yazı yazmakla olacak iş değil bu. Tam tersine, elimize kürekleri alıp yaptığı işlerin üzerine orta çağ mezarcılarının yığdığı taşları, toprakları kaldırmamız gerek!"  
Babasının kokusunu özlemişti Adana Cezaevinde yatarken. O günlerde babası için uzunca bir şiir yazdı, daha sonra dillerde pelesenk olacak bir şiir: 

Hayatta ben en çok babamı sevdim
Karaçalılar gibi yerden bitme bir çocuk
Çarpık bacaklarıyla - ha düştü, ha düşecek -
Nasıl koşarsa ardından bir devin
O çapkın babamı ben öyle sevdim

Bilmezdi ki oturduğumuz semti,
Geldi mi de gidici - hep, hepp acele işi -
Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi.
Atlastan bakardım nereye gitti,
Öyle öyle ezber ettim gurbeti.

12 Mart'ta güzelim gençler hapislerde sürünüyorlardı. İşte bir on dokuz mayıs günü şiir, gençleri bahane edip Can Yücel'in karşısına oturdu. Usta şair de sözcükleri incelterek, anlamı derinleştirerek kendine özgü anlatımıyla taşı gediğine koydu:

Bugün Ondokuz Mayıs
Mayısın ondokuzu!
Sen ey Türk ülkemizin geleceği,
Ulusumuzun gözbebeği,
Sen ey demirparmaklıklarda barfiks yapan
Ranzalarda perende atan
Sportmen ve kahraman Türk gençliği,
Önünde senin bütün Kilit-bahirler açık,
Ama her zaman Samsun'a çıkılmaz a,
Bu sabah da avluda volta atmaya çık!
O yıllarda karısı Güler Yücel ise Adana'yı yol etti. Her ay İstanbul'dan kalkıp Adana'ya gitti kocası Can Yücel'le  görüşmeye. Ya oğlu Yeni Hasan, ya kızları Güzel ile Su?.. Çocuklar ise ancak bayramlarda, açık görüşmelerde görebiliyorlardı babalarını. Yıllar sonra da kızı Güler Yücel unutmuyordu o günleri. 2007 yılında Yeni Asır gazetesinden Nil Kuyumcu Aksüyek'e şöyle anlatır: "Hapisane dönemi etkiledi beni. Bir gün hapishanede kavga çıkıyor. Babam hariç diğer kişileri falakaya yatırıyorlar. Babam falaka ile ilgili bir şiir yazıyor. Biz görüşe gittiğimizde, diğerlerinin üzerinde uyuşturucu, silah falan ararlardı. Babamın üzerinde ise şiir..." 
1973 yılında ise Ekim ayında seçimler yapılmıştı. Ne var ki parti liderleri bir türlü hükûmet kuramıyordu. Siyasi hava bir açıyor, bir kapıyordu. İşte Adana Cezaevinde yatan şair Can Yücel, o günleri bir tutuklu gözüyle yansıtır bir şiirinde. Altına da tarih düşer: 23 Kasım 1973. İşte cezaevinden o puslu sahne:

Berberhâneye giderken, koridorda rastladım Kantinci Mustafa'ya.
Epiy olmuştu karşılaşmıyalı,
- Alışverişe çıkmayı bu ara bize yasak ettilerdi ya -
Baktım, zayıflamış, tazıya dönmüş zavallı.
Bu ne hal? demeğe kalmadan, başladı yanıp yakılmaya:
Öldüm be, ağam! dedi. Bunalttı beni bu hükümat bunalımı!
Kırk gündür, seçimden bu yana, ha kurduk. ha kuracağız ayağına,
Ne uyku, ne durak!.. Görüyorsun a halımı!..
Vatanmış, milletmiş, hepsi Sakarya!
Bi köşeye kıstıramıyon ki şu nursuz Erbakan'ı!..
Ve demekliğim o ki, onbir yıl verdikleri yetmezmiş gibi bi ufak yaralamaya,
Bu hükümat kurma işini de, korkarım, bu kodamanlar takımı
Bizlerin sırtına yıhtı angarya!..

Cezaevlerinde yatanlar seçimlerden sonra ortalıkta dolaşan af söylentisine umut bağlamışlardı. O yüzden hükümetin kurulmasını dört gözle bekliyorlardı. Can Yücel de hop oturup hop kalkıyordu. Koğuşa girip tırmandı ranzaya, oturdu yatağın üstüne. O günlerin havasını yansıttı bir şiirinde: 

Şaka maka değil, 
Yüz bin mahkûmla bir milyon işçi
"Af" diye, "İş" diye inim inim
Dışarı çıkmayı beklerken hacet kapılarında,
Şu bizim devleti yönetenler
Bir kabine bile kuramıyorlar kırk gündür!..  
 
Adana Cezaevinde sıkıntılı, sancılı günler yaşanıyordu. Siyasi koğuşta ise bütün baskılara karşılık bir canlılık sürüyordu. Şair Can Yücel bir de baktı, takvim 25 Kasım 1973'ü gösteriyordu. İşte koca bir yılı devirmişti!.. O gün şiir kazanının başına geçti, o kazanda duyguyla zekâyı karıştırıp kaynattı: 
 
Tam bir yıl oldu bugün, bu şerefli uğraşa başlıyalı,
Şu âna kadarki sicilim, eh, oldukça başarılı.
Ama bu, benim kişisel yeteneğimden çok,
Toplumca hapse düşkünlüğümüzden olmalı.
"Asker millet" diye bilinirdik 12 Marttan önce,
Şimdi ise yediden yetmişe, hapisaneciyiz milletçe.

O günlerde gözler Ankara'ya çevrildi. Uzun görüşmelerden sonra CHP ve MSP ortak hükümet kurdular. Bülent Ecevit başbakan, Necmettin Erbakan da başbakan yardımcısı oldu. Mayıs 1974'te af yasası çıktı. Mecliste önce Türk Ceza Yasası'nın 163. maddesinden yatanlar, yani şeriat düzeni isteyenler görüşüldü. Onlar kolayca affa uğradılar. Sıra 141, 142 ve 146. maddelerden yatanlara, yani solculara gelince MSP'liler oyunbozanlık ettiler. O gün sol görüşlü tutuklulara özgürlük yolu kapandı. Onlara özgürlüğü çok gördü bir bölük politikacı. 
Ne garip!.. Hayatın cilvesi işte: Can Yücel İngiltere'de üniversitede okurken ev arkadaşlarından biri de Bülent Ecevit olmuştu. 1974 yılında ev arkadaşı başbakanlık koltuğunda oturuyor, kendi de cezaevinde yatıyordu. O gün öfkesini yine şiirden aldı. Altına da tarih düşmeyi unutmadı: 11 Haziran 1974. İşte o günü yansıtan şiiri şöyle bitiyordu:

Tarihî (5'inci) maddelerin
"Af" dışı bırakıldığını
Sabah ajansından işitince,
İş bırakıp dağılmışlar evlerine,
İşçiler, işçiler,
Benim ateş böceklerim
Bossa Fabrikasındaki... 

Yanlış hesap Bağdattan dönermiş!.. Bu haksızlık CHP'nin başvurusu üstüne Anayasa Mahkemesinden döndü. Böylece sol görüşlü tutuklular 12 Temmuz 1974 tarihinde salıverildiler. O gün özgürlüğüne şair Can Yücel de kavuştu. 
Cezaevinde her yerinden şiirler fışkırmıştı. Bu şiirlerden bir bölümü Şubat 1974'te Sander Yayınları'ndan çıkan Sevgi Duvarı adlı kitabında yer aldı. O zamanlar bir taşra kentinde, Muğla'da böyle bir kitabı nasıl buldum?.. Düşündükçe şaşıyorum. Küçük boyda, sevimli bir kitaptı. Daha ilk sayfalarda, Yurt Yazısı adlı iki dizelik bir şiir gözüme çarptı. Usta şair Can Yücel bu şiirinde, "Aman da kızlar ne zor imiş burçak yolması / Burçak tarlasında yâr yâr, gelin olması!.." diye bilinen bir türküye yaslanmıştı.  Doğrusu, okur okumaz beni çarptı bu iki dize: 

Ne zormuş yonca yolması
Bizim memlekette adam olması 

Can Yücel, Sevgi Duvarı'nda bulunan bir şiirinde ise şöyle anlatır kendini:

Ben utangaç tabiatlı bir adamım,
Küçük kızım Su'ya bakmayın siz,
- Ona göre ben, o'oohh! yumuşak başlı bir kaplanım! -
Ciddi söylüyorum, fena halde utangacımdır.
Hele biri beni ezkaza övmeye başlasın,
Resmen kızarır, bozarırım.
Delikanlıyken daha da berbattı ya!
Babam, sofrada,
"Şu yazdığın şiiri amcalarına oku, bakalım!" dedi mi,
Handiyse masanın altına saklanırdım...
Ama şimdi,
Mapusa düştükten sonra,
Sağda, solda hakkımda çıkan yazıları gördükçe,
Utanmak nerde,
Yadırgamıyorum bile.
Biliyorum çünki,
Benim için yazılmış değil,
Özgürlük uğruna mapusta yatan bir ozana yazılmış o övgüler...

1974 yılında Can Yücel'in yeni bir şiir kitabı daha yayımlandı: Bir Siyasinin Şiirleri. Evet, bu kitabını da kaçırmadım!.. Okudukça gördüm, bir dönemin siyasal bir destanıydı bu şiirler. Konuk Yayınları etiketiyle çıkmıştı. Arka kapakta bir tanıtma yazısı vardı, o yazı dikkatimi çekmişti: "Yayınevimiz, şiir dizisine Can Yücel'in Adana Cezaevi'nde yazmış olduğu şiirlerin tümünü kapsayan bu kitabıyla başlamaktan sevinç duyar." 
1960'larda, '70'lerde belleklere kazınmaya başlamıştı Can Yücel'in adı. Dost, Sosyal Adalet, Şiir Sanatı, Yön, Ant, Yeni Dergi, Papirüs gibi dergilerde şiirleri yayımlanıyordu. Onun çıkışı Cemal Süreya'nın gözünden kaçmadı. Papirüs dergisinde (Mart 1969) "Can Yücel'in Şiirinde İroni" başlıklı tam yedi sayfalık bir yazı döşendi: "Zekânın iyiniyeti diye özetleyebiliriz Can Yücel'in şiirini. Gerçi onun yapıtı birkaç çekirdek üstüne birden kuruludur, ama böyle diyebiliriz. 1950'de yayımladığı 'Yazma' adlı kitabından sonra bir sürü dergi ve gazetede ortaya koyduğu verimlerle bu ada yakışır bir görünüm kazandı. İroniye dayanan bir şiir onunki. 1940'tan önce de şiirimizde, çok geniş anlamda bir ironiye rastlanıyordu belki; ama asıl yürürlüğe girmesi, türün yapısı içine sımsıkı yerleşmesi o tarihten sonra olmuştur..." 
Cemal Süreya, saymakla bitiremiyordu şiiri iyi bilen bir şairin özelliklerini: "Can Yücel, halk ağzına, daha çok da halk türkülerinin deyişlerine yaslanır. Belli yerleri, belli adları, belli ağaçları mozayik olarak kullanır. Ama bu genel plan içinde çok değişik, hatta bir yerde gereğinden fazla kalabalık tekniklere başvurur. Gerçekten, Can Yücel kadar değişik teknikler kullanmış başka şairimiz yoktur diyebiliriz."
Usta şair Cemal Süreya, taşları yerli yerine oturtuyordu: "Şiirimizde bunca etkiler dağıtmış, bunca varolabilmiş böyle bir şaire sanat dünyamızca tam hakkı verilmiş değil. 1940-1969 arasındaki dönemi onsuz düşünmek büyük bir eksiklik olur kanısındayım..." 
Öykücü ve romancı Demir Özlü ise 1970'lerde bir yarışmada Can Yücel'in Ölüm ve Oğlum adlı şiir kitabına oy verir. Bu görüşünü de Türkiye Yazıları (Nisan 1977) dergisinde yazdı:  "Bu yazıyı, Can Yücel'in şiirine oy verdiğimi açıklama için yazıyorum... Bir Siyasinin Şiirleri'ni okuduğumda, Can Yücel'in şiiri için bir inceleme yazmayı düşünmüştüm. İnceleme, düşünceleri belgelemeye yarayacaktı. Ama neye yarar bu? Onun şiiri kendini belgeliyor zaten. Aşırı bir kültür birikiminin bazan yazarları, şairleri tıkayıp kısırlaştırdığı görülmüştür. Kim bilir kültürü nasıl bir dengede tutmak gerekir ki duyguları körletmesin, yeteneği kurutmasın. Can Yücel'in kültürü onu kurutmadı, besledi..." Usta romancı Demir Özlü, kültür birikimiyle donanmış şairin hakkını vermek istiyordu: "Can Yücel'deki humour salt zekâdan doğmaz, derin bir duyarlığın da ürünüdür. Güncelin, bu ölçüde bilinçle ve duyarlıkla şiirleşmesine alışık olmayan Türk şiir geleneğinin bazı sözcüleri Can Yücel'in şiirini hafifsemek istediklerinde, bu güncel yanla, zekâyla beslenen yana dikkatleri çekmeye çalışacaklardır. Ama sadece güncellikle, humour olarak yansıyan zekâ değildir ki onun şiiri, bilinçtir, duyarlıktır, imge gücüdür de. Ötekilerin sıkı disiplini altında bir özgün imge gücüdür. İnsan sevgisidir de. Yaşama daldırmıştır kan damarlarını. Bütün bunların üst düzeyde bir bileşimidir. Kültürünün bileşimi gibi. Can Yücel, Türk şiir dünyasının onuruna katkıda bulundu..." 


YAZARIN DİĞER YAZILARI