YOLU MUĞLA'YA DÜŞEN KALEBENT (2)

YOLU MUĞLA'YA DÜŞEN KALEBENT  (2)

                                                           NECATİ YILDIRIM

                                                  necatiyildirim46 @gmail.com

 önceki sayıdan devam

          

Yıllardan beri arada şöyle bir göz gezdirirdim Mavi Sürgün'e. Arka kapaktaki tanıtım yazısı dikkatimi çekerdi: "Türk edebiyatıda başlı başına bir poyraz gibi esen Balıkçı, Adalar Denizinin maviliklerinde nice yelken ve yürekleri şişirdikten sonra, bu kitabında kendi hayatına çevriliyor. Zindan karanlığını hürriyet mavisine döndürmüş bir yaman insan soluğudur bu kitaptaki. Bu soluk otuz yıldır, gittikçe daha gür, daha dolgun, bir Batı Anadolu destanı savuruyor bize: Ege tanrılarının ve insanlarının yenmiş haklarını arayan bir destan..."

            Bodrum'da tekne turunda kaptana,"Halikarnas Balıkçısı'nı tanır mıydın?.." diye sormuştum. Saç sakalı denizde ağartmış kaptan, "Hiç tanımaz olur muyum?" dedi. "Bir zamanlar bir İngiliz donanması geldi buraya. O zamanlar Bodrum'da yabancı dil bilen bir Allahın kulu yoktu. Donanma komutanı ve adamları, kaymakam beyi ziyaret etmek isterler. Hükümet konağında herkes telaşlanır. Tercümanlık edecek kimse yok!.. Kaymakam beyin aklına Balıkçı gelir. Onu bir yerde ağaç dikerken bulurlar. Üstü başı da dağınıktır. Balıkçı pek aldırış etmez, bir güzel tercümanlık eder. İngiliz amiral şaşırır, ana dili gibi İngilizce konuşan adamı merak eder. 'Sen böyle İngilizceyi nerede öğrendin?' diye sorar. Bizim Balıkçı, 'Ben sizin memleketinizde Oxford Üniversitesinde okudum.' der. Sonra dönemin bakanlarını, devlet adamlarını sayar. Ben bu bakanlarınızla okudum, onlar okul arkadaşım olur.' O sırada donanma komutanı ayağa kalkar, 'Buyurun!..' diye yerini vermek ister Balıkçı'ya. Bizim Balıkçı büyük adamdır. 'Sağ olun!' der sadece."

            Halikarnas Balıkçısı da Mavi Sürgün kitabında şöyle anlatır bu öyküyü: "O sıralarda Bodrum'a İngiliz filoları  gelirdi. Bir sefer birtakım kruvazör ve savaş gemisiyle bir zırhlı geldi. Beni hükümet konağına tercümanlık etmeye çağırdılar. Ağaç dikiyordum o sıra. Ağacı bıraktım ve üzerimdeki üst başla acele gittim. Amiral ve öteki kaptanlar beni yemeğe davet ettiler. Amiral, "Size filika göndereceğim." dedi.  Ben, "Lüzumu yok, kayığım var." dedim. Kayığıma binerek gemiye kürek çekerek gittim. İskeleden gemiye ayak basınca bir manga bahriyeli selama durdular. Amiralin yemek odasında belli başlı subaylarla yemek yedik. Sonra ayrıldık. İskelenin başına gelince haydi bir daha selam. Kayığıma girince bir de ne göreyim? Geminin boyacı subayı, kayığın üst kısmını çabuk kuruyan boyayla boyattırmış. Kayığa da kutu kutu boya, kalın ince bir sürü fırça istif etmişler. "

            Eee, kim aşık atabilirdi Cevat Şakir'le?.. İngiliz donanma komutanı, böyle bir tercümanı bulamazdı. Kız kardeşi Fahrünnisa Hanım da ağabeyinin İngilizcesine hayran oluyordu: "Davudi sesiyle Oxford aksanlı harika bir İngilizce konuşuyor; ağzından çıkan gevrek ve berrak sözcükler âdeta havada patlıyordu. Kendinden emin olduğu için başı dimdik yürüyordu."

            Halikarnas Balıkçısı kendini Bodrum'a adamıştı: "Bu güzel iklimi daha güzelleştirmek, gelecek daha güzel kuşaklara yaraşır bir cennet yaratmak için kendimi paralarcasına çalışıyordum. Memlekette olmayıp da memleketin suyuna havasına uygun bitkilerin tohumlarını Paris ve Londra'ya ısmarlıyordum. Kara postası vapurla, deniz postası da haftada birer kere gelirdi, yağmurlu fırtınada tohumları postanede beklerdim."

            Her tarımla uğraşan onun eline su dökebilir miydi?.. O bu işlerin uzmanı olmuştu artık. Hangi bitki, hangi toprakta, hangi iklimde yetişirdi?.. Bunları  araştırır, öğrenir, ona göre adım atardı. İngiltere'den, Fransa'dan bitki tohumları getirtirdi. Tohumları çocuğu gibi severdi: "Tohumda bir güzellik uyuyordu. Ödevim o güzelliği kapçığının içinden uyandırmaktı. Tohumda gömülü çiçeği, yemişi yaşatmalıydım. Yemişin bilimsel tarifini bilmeseler de onları herkes yer ve yemiş olduğunu bilir. Yaradılış bitkilerde yaprak diye güneş ışığını toplayan açık avuçlar yaratmıştır. Toplanan güneş ışığı yemişte hidrokarbon ve protein kılığında toplanır. Onlarla beslenmek güneş ışığıyla beslenmektir. Et yesek bile o etin kökü bitkilerdir. İnsanoğlunun yediği ışık; beyinde icat, keşif ve sanatlar kılığında parlar."

            Halikarnas Balıkçısı toprakla dost olmuştu. Toprağın dostluğunu bütün insanlara öğütlerdi: "Şu toprak ne ilginç şeydir!.." derdi. "Toprak diridir. Bahara doğru toprağa uzanın, açılmakta olan bir karınca yuvasına kulak dayayın. Toprağın iliklerindeki yaşamı duyarsınız. Toprak uyanıyor!.. Ama toprak yalan yutmaz. Onun bağrına tohum atarsın; bitki yaprak yaprak, yeşil alev gibi fışkırır. Tohum diye çer çöp atarsın, hiçbir şey fışkırmaz..." Eee, Halikarnas Balıkçısı bu!.. Eylerse güzel eyler, söylerse güzel söyler!.. Kulaklara küpe olsun diye deneyimini, bilgeliğini de konuşturur: "Toprak çer çöpü de yabana atmaz, fidana gübre yapar!.."

            Şirin Devrim de dayısı Cevat Şakir'in bitkilere nasıl düşkün olduğunu şöyle anlatır: "Tutkusu Bodrum'u yeşillendirmekti. Oraya ilk gittiğinde köyde tek bir ağaç bile yoktu. Elinde fazla para olmadığı halde, kendi gereksinimlerinden fedakârlık ederek tarım kitapları alıp onları elinde paralanıncaya kadar okudu. Bodrum'dan ayrılmasına izin verildiğinde tohum ve fide almak için İstanbul'a gitti. Döner dönmez hiç zaman yitirmeden köyü ve yarımadayı yeşillendirmek için getirdiklerini ekmeye, sulamaya ve ektiklerini yaşatmaya çalıştı. Gerektiğinde civar adalardan kayıkla gübre taşıyordu. Hava koşullarına aldırmadan tepelere çıkıp küfelere iyi toprak dolduruyor, bunları eşek sırtlarına yükletip aşağı indiriyor ve diktiği ağaçların dibine döküyordu. Bahçıvanlıkta hem öncü hem öğretmen olmuştu."

            Cevat Şakir Bodrum'da zamanla efsaneleşmiş, artık "Halikarnas Balıkçısı" olmuştu. İsmet Kabaağaçlı Noonan, babası Halikarnas Balıkçısı'nı şöyle anlatır: "Babam bir efsane değildi, olmak da istemezdi; fakat zamanla nasıl olduysa oldu ve bir efsaneye dönüştü. Yaşamı süresince öfkesi, neşesi, acılarıyla, sevgisi ve yoğun hisleriyle dopdolu yaşadı. Herkesi eşit sayar, hatta çok defa doğallığı protokole tercih ederdi. Onun için bir balıkçı, bir bahçıvan, bir süngerci ne ise devlet büyüğü, bir kral da aynı idi. İnsanlık unsuru, kurallardan ve gösterişten çok önemli idi. İşte belki bu nedenle coşku, heyecan ve yaşam savaşı ile yoğrulan insanı daha çok severdi."

            Ünlü gazeteci İlhan Selçuk ise "Halikarnas Balıkçısı'nın toplumda işlevi neydi?" sorusuna bilgece karşılık verir: "Öyle sanıyorum ki bu işlev, Cevat Şakir'in bir yazısından ötürü Bodrum'a sürgün edilmesi ile başladı. Genel bir yasaya göre çevredir insanı şartlayan. Hele Halikarnas Balıkçısı gibi antik diller bilen, eski çağlar tarihine meraklı bir yazı adamının Bodrum'a düşmesi, çevreden kişiye ve kişiden  çevreye nice düğümlerle bağlanan köprüleri şaşılacak biçimde çoğaltmıştır. Böylece Ege kıyılarında bir edebiyat ve fikir odağı kuruldu..."

            Yazısı şöyle sürüyor İlhan Selçuk'un: "Halikarnas Balıkçısı'nı Bodrum'a sürgün eden yargıç, biliyor muydu böyle mutlu bir sonuç doğacağını? Cevat Şakir'in Bodrum'u o yıllarda bir sürgün kasabasıydı. Fakir balıkçıların, çilekeş süngercilerin Ege kıyısında barınağı. Anadolu'da yaşamış uygarlıklara orada yakınlaştı, yaklaştı. Deniz, kum, ağaç ve taşta, toprakta, madende biçimlenmiş eski uygarlık kalıntıları arasında yaşadı."

            Kimi zaman da Halikarnas Balıkçısı'nın Bodrum'da tuhaf işler geliyordu başına. Vali Recai Güreli, 1937 yılında Muğla'ya Heykeltıraş Nusret Suman'a bir Atatürk Anıtı yaptıracaktı. Ayakta, paltolu bir Atatürk Anıtı... Tabanında değerli bir mermer taş kullanılacaktı. O mermer ise dünya paraya İtalya'dan gelecekti. Balıkçı ise Bodrum'da bu mermerin damarını buldu. Devleti paradan kurtarmak için aynı mermeri çok ucuza çıkaracaktı. Mermeri Bodrum'dan gemilerle Gökova İskelesi'ne, oradan da kağnılarla Muğla'ya gönderdi. Daha sonra maliyeciler Balıkçı'nın peşine düştü. Ondan kazmanın, küreğin, küskünün, dinamitin hesabını sordular. Ayrıca kime kaç para verdi, nereye ne harcadı?.. Bunları da istediler. Maliyecilere hesap vermek için akla karayı seçti.

            Muğla'ya yolum düştüğünde Atatürk Anıtı'nı görmeden geçemem. Bir köşede durup anıta bakar, bakar da duygulanırım. Düşünürüm de Halikarnas Balıkçısı'nın başına gelenlerden utanırım, üzüntü duyarım.

            Bodrum'u seviyordu, yerli halkını da seviyordu Halikarnas Balıkçısı. Ne var ki günleri hep gülüp oynayarak geçmiyordu. Kimi zaman da can sıkıcı olaylarla karşılaşıyordu. O yüzden bir olayı hiç unutamıyordu: "İstanköy'den bir yasemin fidanı getirttim." diye anlatıyor: "Ne yazık ki gümrükten geçirmiyorlar. Ayaklarına kadar gittiğimde gözümün önünde saksıyla denize attılar; kendimi atmışlar gibi oldum..."

            Halikarnas Balıkçısı'nın dertleri bitmiyordu. Asıl üzüntü ise yıllar sonra  yaşanacaktı. O üzüntüyü ne zaman gördü Şakir Paşa ailesi?.. Balıkçı öldüğünde, 13 Ekim 1973 Cumartesi günü... Oysa böyle bir şeyi kimse aklından geçirmezdi. İyi ki Cevat Şakir bu durumu dünya gözüyle görmedi!.. Yoksa kemik kanserinden değil, kahrından ölürdü. İzmir Belediyesi bir cenaze arabasını çok gördü Anadolu'nun bu sesine. Evet, dönemin Belediye Başkanı Osman Kibar, Halikarnas Balıkçısı'na son yolculuğunda Bodrum'a götürecek bir cenaze arabası vermedi!..

            Halikarnas Balıkçısı öykülerini, romanlarını yazarken salıverirdi kalemini: "Halikarnas'taki zeytinler, mandalinalar, portakallar, limonlar, hurmalar, kaprisler, muzlar, haruplar, incirler; kısacası yemişlere mevsim mevsim pandomima resmi geçidi yaptıran bütün ağaçlar, bu kıyının deniz yeşilinden ders alırlar. Pesten tize kadar yeşillerle, Ege zümrüdüne yeşil bir türkü söylerler. Bu türkünün çınlayışı, her zaman göklerde duyulur..."

            İşte bu "Halikarnas" adlı öyküsü gürül gürül akıyordu: "Konuşulan Türkçenin hangi yoldan gelerek bu şiveye büründüğünü bulmak güçtür. Çünkü burada Türkçe, şiveye değil, müziğe bürünmüştür. Halkı Legler, Helenler, Fenikeliler, Lidyalılar, Karyalılar, Frigyalılar, Selçuklular ve Türklerle adamakıllı harman olmuştur. Portakalı erdiren güneş, burada güzel insan yetiştiriyor..."

            Ege kıyılarını anlatmakla bitiremiyordu Halikarnas Balıkçısı. Datça'da Knidos'a uzanır, orada eski çağlara giderdi. Gökova'da ise coşar da coşardı: "Başka yerde nur içinde öleceğine Gökova'da nur içinde yaşanır." derdi. Kollarını açıp gür sesiyle haykırırdı: "Ege bir devin göğsü gibi kabarıp inen soluganları ile burada bütün hünerlerini gösterir. Şurada fısıldar, ötede gök gürültüsü gibi gürler, daha ötede top gibi patlar. Mırıldanır, söylenir, dert yanar, derin ahlar çeker, ağlar, inler, kızar, çılgın çılgın bağırır, tehdit savurur, uçuruma durmamacasına söyler, cevap alamaz. Öfkelenir, yırtar, parçalar, sürer, çeker, kaldırır, döndürür, yalvarır, okşar, öper, kumsalı bulunca titrer, bayılır düşer..."

            Bodrumlular, Halikarnas Balıkçısı'nı büyük bir sevgiyle gönüllerinde yaşatıyorlardı. İşte yakın bir balıkçı dostu, ondan hep hayranlıkla söz eder: "Cevat Şakir'in Yatağan isimli bir teknesi vardı. Birlikte balığa çıkardık. Rahmetli sekiz dil bilirdi. Babasının paşa olduğu söylenirdi. Eskiden böyle motorlu tekneler yoktu. Kolumuza kuvvet çekerdik, yelken kullanırdık. Birlikte çok kürek çektik. Balıkçı çok ilginç bir adamdı. Örneğin hiç tarak kullanmaz, saçlarını o iri parmaklarıyla tarardı."

            Halikarnas Balıkçısı Bodrum'u, o çevredeki adaları, eski uygarlıkları, güzellikleri dostlarının da görmesini çok isterdi. Sabahattin Eyüboğlu'na mektup yazdı, "Yahu kırın artık şu zincirleri, bırakın İstanbul'u birkaç gün; gelin güneye, kendi gözünüzle görün benim gördüklerimi." dedi. Eyüboğlu da arkadaşlarını toplayıp onları Bodrum'a getirdi. Yıl 1946'ydı...

            Böylece Halikarnas Balıkçısı, 1946 yılında ilk "Mavi Yolculuğu" başlatmış oldu. İlk Mavi Yolculuğa Bedri Rahmi Eyüboğlu, kardeşi Sabahattin Eyüboğlu, Necati Cumalı, Sabahattin Ali, yazar Erol Güney, İzmirli petrol tüccarı Benya Rapaport, çevirmen Fuat Ömer Keskinoğlu, Cevat Şakir'in balıkçı arkadaşı Paluko lakaplı Mustafa Esin katılmıştı.

            İşte ressam, şair Bedri Rahmi, çok sevilen Sitem adlı şiirini bu Mavi Yolculuk'ta yazmıştı:

 

            Önde zeytin ağaçları / Arkasında yâr. / Sene 1946 / Mevsim sonbahar. / Önde zeytin ağaçları / Neyleyim, neyleyim / Dalları neyleyim? / Yâr yoluna dökülmedik / Dilleri neyleyim? / Yâr, yâr! / Seni kara saplı bir bıçak gibi / Sineme sapladılar. / Değirmen misali döner başım / Sevda değil, bu bir hışım, / Gel gör beni darmadağın / Tel tel çözülüp kalmışım. / Yâr, yâr! / Canımın çekirdeğinde diken / Gözümün bebeğinde / Sitem var.

 

            Cevat Şakir'in kızı İsmet Hanım ise Bodrum'da geçirdiği çocukluk yıllarını hiç unutmuyordu. Oraları hep gözünde tütüyordu: "Bahçede kocaman bir tespih ağacı vardı. Çiçek açtığı zaman mis gibi kokardı. Bir de cins cins tadı olan portakal, mandalina, greyfurt, nar ve hurma ağaçları vardı. Ağaçlar çiçek açtığında koku insanın içine sinerdi; sonra da meyveler yetişirdi. Küçük sepetlerimizi alır, her akşam bahçeye koşar, boyumuz yettiğince en büyük, en renkli mandalinaları, portakalları sepetlere doldurup komşulara dağıtır, eve de götürürdük. Akşam bize gelen misafirler mandalinaya ve portakala doyardı."

             Halikarnas Balıkçısı, başına gelenleri unutup Bodrum'da ya bir yerlere ağaç diker ya da "Yatağan" adlı kayığıyla denize açılırdı. Günler böyle akıp giderken bir de baktı ki yıllar geçivermiş, "Sarı kızım" diye sevdiği kızı İsmet ilkokulu bitirmişti. Ya ortaokula nasıl gidecekti?.. 1940'larda Bodrum'da ortaokul yoktu çünkü. Cevat Şakir ise kızını okumaktan, dil öğrenmekten yoksun bırakmak istemiyordu. O günlerde kızı İstanbul'da buldu kendini. "1944 yılında İstanbul'da Arnavutköy Amerikan Koleji'ne yazıldım..." diye anlatır: "Bir yıl hazırlık sınıfında okudum. Babamın beni okula gönderecek parası yoktu. Sonra Bodrum'a döndüm. Bodrum'da ortaokul olmadığından o yıl evde oturdum. "

            Kimi zaman akla gelmeyen başa gelirmiş!.. Yıllar sonra Cevat Şakir Bodrum'da kayığını da evini de sattı. Artık onlara İzmir'in yolu görünmüştü. Giderayak İngiliz donanma komutanının yardımı oldu. O yüzden ayrılık gününü hiç unutmuyordu: "İngiliz kumandanı bir kamyon emrime verdi. Kamyon diktiğim ağaçların arasından geçti. Yokuş başına vardı. Yirmi beş ya da yirmi altı yıl önce jandarma muhafazasında, oradan ilk sefer Bodrum ve Arşipel'i görmüştüm. Yine baktım! Çocuklar deniz kenarında büyüdükleri evin damını seçince ağladılar. Dönemeci döndük, artık ne Bodrum ne de Arşipel görünüyordu..."

            İzmir'e gelişlerini İsmet Kabaağaçlı Noonan aklının bir köşesine yazmıştı: "1946 yılında İzmir'e geldik. İzmir'deki evimiz Göztepe'nin en uç kıyısında, yokuşun en üstünde, Hatay Caddesi'nde. O zamanlar oraya Hatay Caddesi denebilirse tabii. Toz toprak, dağ taş, yolda yüremek büyük problem, çünkü yol yok... Evimiz iki katlı, yukarda iki yatak odası ve salon, aşağıda mutfak, tuvalet ve bahçeye açılan kapı. Giriş arkada Hatay Caddesi üzerinde. Cadde ne demek, sokak demeye bin şahit ister. Kocaman kayalar, yürüyecek bir geçit bile yok; gene de adına sokak diyoruz. Sokağın hemen karşısında arazinin dağ bölümü, üç metreye varan bir duvar dibimizde. Sonradan öğreniyoruz ki bu duvarın arkasında sivil polisler evi gözetim altında tutuyor."

            O yıllarda İkinci Dünya Savaşı bitmişti ama savaşın getirdiği sıkıntılar bitmemişti. Yıllar önce damga yediğinden Cevat Şakir'in İzmir'de de yakasını bırakmadılar. "Bizim evimiz hep takipteydi..." diye anlatır İsmet Hanım: "Bodrum'dan neden geldiğimiz, neden burada oturduğumuz, babamın yeraltı teşkilatıyla ilişkili olup olmadığı takip ediliyordu. Sonradan öğrendiğimize göre sivil polisler, ayakkabı boyacısı, tamirci gibi gelip duvarın ardından gözetliyorlar evimizi. Defalarca değişik sebeplerle ev basıldı; sandıklar didik didik edildi. Babamın arkadaşları ile çekilen resimleri yok oldu. Buna Nâzım Hikmet de dahil..."

            Günlük yaşam da gözünden kaçmıyordu İsmet Hanım'ın: "Savaş sonrası yıllarıydı. Gaz dahil birçok şey karne ile satılıyordu. O zamanlar Hatay Caddesi'nin bir kısmında elektrik yoktu. Bizim evin olduğu yer de böyleydi. Evde her gece kullanılan beş altı lamba için gaz gerekliydi ve gaz karne ile veriliyordu. Zavallı babam her gün elinde şişe, gaz alabilmek için muhtarın peşine düşerdi. İşte gaz alamadığımız böyle bir günün akşamında girdiği bir meyhanede, 'Devletin manevi şahsiyetine hakaret ettiği' gerekçesiyle üç dört aylık bir, hapis cezasına çarptırılmıştı."

            Bir kitabının da adıydı, öyle hep "Anadolu'nun Sesi" oldu Halikarnas Balıkçısı. Öykülerinde, romanlarında, yazılarında Anadolu uygarlıklarını, Anadolu tanrılarını, Anadolu efsanelerini tanıtmak için çırpındı durdu. O gümbür gümbür sesiyle haykırdı durmadan: "Hey koca Yurt!.." dedi. "Hey koca yurt!.."

            Yurduna ölesiye sevdalanmıştı Balıkçı!.. Öyle sevdalanmıştı ki Türkçeyle yetinmedi, Anadolu'yu dünyaya tanıtmak için yabancı dergilere İngilizce yazdı, Fransızca yazdı; İtalyanca, İspanyolca, Latince yazdı... 

            İzmir'de çok dostu vardı Halikarnas Balıkçısı'nın. O dostlardan birini de manevi oğlu olarak gördü: Şadan Gökovalı. Bu çalışkan, tuttuğunu koparan, on parmağında on hüneri olan çok yönlü adamı İsmet Hanım şöyle anlatır: "Şadan Gökovalı'nın soyadı, babamla kırk yıllık yakınlığın âdeta ilk adımı oldu. Zamanla usta çırak ilişkisi öyle boyutlara geldi ki babam Şadan'ı manevi oğlu gibi bağrına bastı. Şadan'ın babam için yaptıkları inkâr edilemez. Yıllarca Merhaba Apartmanı'na düzenli olarak uğrar, kimi zaman babamın dizi dibinde bağdaş kurar, her söyleneni  can kulağıyla dinler, not alır; söylenenleri sünger gibi emerdi. Babamın yazdıklarını evinde daktiloya çeker, baskıya hazırlardı. Öyle bir coşkuyla çalıştılar ki yıllar sonra bile Şadan, Balıkçı'yı anma törenlerinde babamın bazı öykülerini ezberden anlatabilecek kadar onunla bütünleşmişti. Babamı kaybettikten otuz yıl sonra bile Şadan, onun ismini yaşatma konusunda özveriyle emek vermeye devam ediyor."

            Günlerden bir gün boyası eskimiş bir tekneye bindim; Halikarnas Balıkçısı'nın gezdiği, gördüğü, anlattığı yerlerde yolculuk ettim. Neler gördüm, nereleri gördüm?.. Sanki Ege'nin masmavi, yemyeşil sularında dolaştım durdum. Bu heyecanlı yolculuk belki yirmi beş otuz gün sürdü. Sonunda ayrılık günü gelip çatınca yollara vurdum. Yokuş başında bir tabela önünde durdum, tabelada Halikarnas Balıkçısı'nın bir yazısını gördüm. O yazıyı okudum, döndüm yeniden okudum, sonra bir kere daha okudum:

 

            Yokuş başına geldiğinde Bodrum'u göreceksin,

            Sanma ki son geldiğin gibi gideceksin.

            Senden öncekiler de böyleydiler,

            Akıllarını hep Bodrum'da bırakıp gittiler.

 

           

YAZARIN DİĞER YAZILARI