YOLU MUĞLA'YA DÜŞEN KALEBENT (1)
NECATİ YILDIRIM
necatiyildirim46 @gmail.com
Girit Valisi Şakir Paşa'nın oğlu Cevat Şakir, Zekeriya Sertel'in Resimli Hafta adlı gazetesindeki bir yazısı yüzünden Ankara İstiklal Mahkemesine düşmüştü. Bu mahkeme olağanüstü koşullar nedeniyle ortaya çıkmıştı. Ama adı bile korku salıyordu. Öyle ki hiç yoktan darağacını boylamak da vardı işin içinde.
O yıllarda doğuda Şeyh Sait İsyanı patlak vermişti. O toz duman içinde İstiklal Mahkemesi Cevat Şakir'i de buldu. Birinci Dünya Savaşı'nın son yıllarına doğru asker kaçakları çoğalmıştı. Bu arada Afyonlu dört asker kaçağı mahkemede yargılanmadan darağacına çekilmişlerdi. Cevat Şakir, Resimli Hafta gazetesinin 13 Nisan 1925 tarihli sayısında bu asker kaçaklarının öyküsünü yazdı. İşte bu yazısıyla şimşekleri üstüne çekti. Hükümet, yazıda "orduya hakaret", "halkı isyana kışkırtmak" gibi ağır suçlar türetti. Yetmedi!.. Zekeriya Sertel gibi solcu bir adamın gazetesinde çalışmak, yazılar yazmak ise suçunu daha da ağırlaştırdı.
Mahkeme boyunca Demoklesin kılıcı gibi başlarında sallanıp durdu idam cezası. Mahkeme Başkanı Ali Çetinkaya, "İdam da idam!.." diye tutturdu. Mahkeme üyesi Kılıç Ali Bey ise eski bir asker arkadaşından olayı öğrenmişti. Sonunda sanıklar, belki de Kılıç Ali Bey'in yardımıyla kalebentliğe çarptırıldılar. Ne var ki yargılama boyunca ölüp ölüp dirilmişlerdi.
Cevat Şakir, "Mahkeme Zekeriya'yı ve beni üç yıl süresince kalebentliğe mahkûm etti." diye anlatır: "Az kalsın kendimi tutamayacaktım. Duyduğum şükran dolayısıyla adamların boynuna sarılıp onları şapır şupur öpesim geliyordu..."
Zekeriya Sertel'in karısı, gazeteci Sabiha Sertel de ele aldı bu olayı. "Balıkçı da Zekeriya da idamdan kıl payı kurtuldular..." diye yazdı. O günlerin belki de tek tanığı sayılırdı: "Cevat, bizim yayımladığımız dergilerde çalışıyordu. Resimli Ay dergisini 1924'de yayımlamaya başlamıştık. Daha çok aydınlara sesleniyordu. Bir de halk için Resimli Hafta'yı çıkardık. Cevat Şakir dergiye bir öykü verdi. Bunda İttihat ve Terakki döneminde askerden kaçanların yargılanmadan idam edilişlerini insancıl bir açıdan öyküleştirmişti. Ne var ki o yayın döneminde doğuda Şeyh Sait İsyanı diye tanımlanan bir gericilik olayı vardı. İstiklal Mahkemeleri de hızlı kararlar veriyordu, çok sanık idam cezasına çarptırılıyordu. Cevat yazar, Zekeriya yazı işleri müdürü olarak tutuklandı ve İstiklal Mahkemesine verildiler. İkisi de idamdan kıl payı kurtuldular."
Mahkemede birine Bodrum'un, öbürüne de Sinop'un yolu görünmüştü. Cevat Şakir, kalebentlik cezasına kadar adını bile duymadığı Ege'nin bu kasabasını çok merak ediyordu. Ne var ki sürgün yolculuğu Ankara Garı'ndan ancak iki ay sonra başladı: "Trene bindik. Tabii üçüncü mevkiye bindik. Ben pencerenin yanına oturdum. Bir jandarma yanımda, bir jandarma da karşımdaydı..."
Trende giderken düşünüyordu Cevat Şakir: Devletin işlerine akıl erdiremiyordu. Ankara'dan Bodrum'a gidecek hükümlü için yalnız Afyon'a kadar yol parası vermişlerdi çünkü. Ya sonrası?.. Sonrasında da görevli jandarmalar akla karayı seçmişlerdi. İzmir'e kadar para koparmak için Afyon'da üç gün uğraşmışlardı.
Böylece Cevat Şakir yeniden yollara düştü. Yolculuğunu Mavi Sürgün adlı kitabında şöyle anlatır: "Tren İzmir'e yaklaşırken güneş battı. İzmir'de nasıl karşılanacağımı bilmiyordum. Ne de olsa bu iki jandarmayla dört beş gün kalmış, beraber yatıp kalkmış, yemek yemiştik. Tren Karşıyaka'dan geçerken asıl İzmir'in ışıkları pırıl pırıl yanıyordu. Katar şurada durdu, ıslık çaldı, beş on adım ilerledi, yine durup bir şeyler bekledi. Nihayet Basmane Garı'na vardı. Şilteyi, çantayı sırtladım. Dışarıda bir fayton tuttuk, hapishaneye gittik..."
İstiklal Mahkemesinden ceza yemek ağır bir yük olmuştu üstünde. O yüzden İzmir'den Bodrum'a denizden göndermek istemiyorlardı onu. Belki de vapurdan denize atlar, yüzerek kaçabilirdi. Böyle bir kuşku vardı kafalarında. İşi sağlama alıp karadan yaya göndereceklerdi. Sonradan akılları yattı da tren olan yere trenle, demiryolu olmayan yerde ise otobüsle göndermeye karar verdiler.
İzmir'de yazışmalar, işlemler günlerce sürmüştü. Böylece burada yirmi gün kadar kalmıştı. Sonra yine trenle sürgün yolculuğu başladı: "Aydın'a vardık. Aydın hep yanmış kül olmuştu. Aydın'a göz gezdirdim. Orasını Yunanlılar hemen hemen her şeyi ayakta bırakmamak üzere yakıp yıkmışlardı. Gardan çıkınca kendimizi âdeta bir yangın yerinde bulduk."
Her gittiği karakolda kimse Cevat Şakir'i düşünmüyordu. İşte Aydın'da da yirmi beş otuz gün kadar kalıvermişti demir kapılar arkasında. Sonra yanında iki jandarmayla o zamanlar Kıroba diye bilinen Çine'nin yolunu tutmuşlardı. Bu karakolda ise güler yüzlü bir subay iyi karşıladı onu: "Sizi Muğla'ya göndermemiz için emir bekliyoruz." dedi. "Yapılacak bir işlem var, onu çabuk tamamlayalım ki tutukluluğunuz uzamasın."
İstiklal Mahkemesi hükümlüsü Cevat Şakir, bir yazı yüzünden aylardır yollarda, karakollarda sürünüyordu. "Çine'de altı gün kaldım." diye anlatıyor: "İzmir ve Aydın'da haftalarca geçen zamana karşı Çine'de geçirdiğim altı gün bana bir gün kadar kısa geldi..."
Muğla'ya doğru giderken Gökbel diye bilinen bölge ise dikkatini çekmişti. Oraları ezber etti: "Yol dolana dolana sık büklümlerle tepeye çıkıyor. Öyle ki otobüsün kendi kuyruğunu ısırmaya çalıştığı sanılır. Şaka değil, yirmi kilometrede üç yüz seksen küsur viraj... Bütün bu yirmi kilometrede iki tane küçük köy var. Onların delirmediklerine şaşılır. O köylülerin hayatı, yedikleri kara ekmekten daha katıdır..."
Osmanlının son yıllarında Gökbel'de ortaya çıkan bir olayı da öğrendi: "Bir yere geldik. 'İşte burada anlı şanlı eşkıya Çakıcı, devlet postasanı soydu..' dediler. Kayalar, taşlar, yeraltı tünelleri Arap saçına dönmüş. Tam eşkıya yatağı. Bu taşların içinde saklanan insanı bulmanın, tuzak kurulduysa onu görmenin imkânı yok."
Yıllar sonra Cevat Şakir, Çakıcı'ya kızanlık etmiş bir adamdan da dinlemişti bu soygun öyküsünü: "Postanın nasıl soyulduğunu, Çakıcı'ya kızanlık etmiş bir kızan bana anlattı çok sonra. Hükümet, Çakıcı'nın karısı Iraz'ın mücevherlerini almış. Çakıcı da Gökbel'in bu noktasında bir pusu kurmuş. Muğla'ya posta gidiyormuş. Posta, dört beş beygire yüklenmiş, iki de zaptiye varmış. Tam bu yere varılınca kayaların altında çelik gibi sert bir ses, 'Hepiniz durun!' diye bir emir vermiş... Posta çantalarını beygirlerden indirerek açmışlar. Çantaların içi altın liralar ve gümüş mecidiyelerle doluymuş. Çakıcı küçük bir bez torbanın içine altın kümesinden avuçladığı kadar lirayı saydıktan sonra orada duranlara, 'Arkadaşlar, hükümet karımı soymuş. Elmaslarını, altınlarını almış. Ben de işte burada hükümetin benden soyduğu kadarını alıyorum. Burada fazla para var, isteyen istediği kadar alsın.' demiş..."
Ha babam gidiyorlardı ama yolculuk bitmek bilmiyordu. Hükümlü Cevat Şakir ise artık meraktan çatlayacaktı: "Akşam oluyordu. Jandarmalara, içim korkuyla titreyerek 'Muğla'ya yaklaşıyor muyuz?' diye sordum. Bana canları sıkkın olarak 'Daha nerde? Muğla uzak!' dediler. İçim açıldı biraz. Neye varalımdı Muğla'ya? Hiç varmayalımdı. Böyle dere tepe gidişte insanla beraber dağlar, ovalar, akarsular vardı. Afyon'a, İzmir'e gece, Aydın'a, Çine'ye gündüz varmıştık. Demek ki Muğla'ya gece varacaktık..."
Otuz beş otuz altı yaşlarındaki adam sürgünlüğünü unutmuş, yolda doğaya kaptırmıştı kendini: "Yine dağlar arasına girdik. Çamların karanlığına daldık. Sular karardı. Yolun iki tarafında otobüs ışıklarının aydınlattığı kayalar ve çam gövdelerinden başka bir şey görünmüyordu. Neden sonra önümüzde ışıklar göründü. 'Eh! Muğla göründü!' dendi. Saatlerine bakanlar oldu. Jandarmalar palaskalarını düzelttiler. Yüreğim cız etti..."
İşte Muğla!..
Evet, Ankara'dan Muğla'ya üç dört ayda gelebilmişti. Bu sürgün kentini de belleğine geçirdi: "Yetersiz ışıklar dolayısıyla sokaklardan geçtik. Bir yerde durduk. Evler ve büyücek bir bina vardı. Merdivenlerden iki jandarmayla inerek şişman bir jandarma çavuşunun önüne geldik. Bir koltuğumda şiltem, öteki elimde de çantam ve çantanın üzerine atılmış paltom... Yine o yürekler acılı evrak veriş... Ve beni teslim alış işleminin tanığı oldum. Beni karanlık bir koğuşa götürdüler. Ben girince kapı arkamdan kapandı..."
Sürgün yolculuğuna ise para dayanmıyordu. Dört beş aydır ömrü yollarda, karakollarda geçiyordu. İzmir'de telgraf çekip İstanbul'dan istediği para da suyunu ha çekti ha çekecekti!.. Oysa daha yolculuk bitmemişti; önünde Milas vardı, sonra da çok merak ettiği Bodrum. Artık yemek parası bile yoktu, Muğla'da paltosunu sattı. Bu arada İstanbul'a telgraf çekti, evden para istedi.
Şansı yardım etmiş de beş altı günde parası gelmişti İstanbul'dan. Bu arada belki yirmi beş gündür Muğla'da bekliyordu. Daha kaç gün bekleyececeğini de bilmiyordu. Sonunda kapısını çalıp komutana, "Artık yol verin bana..." dedi. "Bodrum'a gidip kalebentlik cezamı çekeyim... Süremi doldurayım..."
Sürgün yolculuğunda yolları, şehirleri, köyleri de öğrenmişti Cevat Şakir. Dağarcığına Ankara'yı, Afyon'u koydu. Sonra İzmir'i... Ardından da Aydın'ı koydu. Şimdi de yolu Milas'a, oradan da Bodrum'a uzanacaktı. "Muğla ile Ahiköy (şimdi Yatağan) arasındaki yolu tekrar geçtik..." diye anlatır: "Ahiköy'de yol çatallaşarak bir kol Çine'ye, güney kol ise Milas'a gider. Ahiköy o zaman nahiyeydi, sonra kaymakamlık oldu. İşte eski Ahiköy'den Milas yoluna girdik..."
O gün otobüsle dağlar, tepeler aşarak Milas'ı bulmuşlardı. Doğruca jandarma dairesine gittiler. Görevli jandarmalar, Cevat Şakir'i komutana teslim ettiler. Elbette evrakını da unutmadılar...
Şakir Paşa'nın oğlu Cevat Şakir sürgün yolculuğunda çarkın nasıl döndüğünü görmüştü: Günlerin, ayların pek önemi yoktu, üstelik kimsenin de umurunda değildi. Yollarda, karakollarda sürünenler sürünüyor, ölenler ölüyordu!.. İşte yedi sekiz gün yine yatıvermişti Milas'ta da!..
Cevat Şakir, Milas'tan yola düştükleri günü aklından çıkarmıyordu: "Jandarma dairesinin önünde, sokakta bekledik. Aradan çok geçmeden kaldırımlarda at nalları şakırtısı duyuldu, yedi sekiz atlı gelip dairenin önünde durdular. Bu süvarilerin arasında galiba üç jandarma, bir postacı, öteki süvariler de yolculardı. Yedekte bir de benim için eyeri boş bir at getirdiler. Benim süvariliğim hiç yoktu. Bir yolu süvari olarak gitmektense on kere yaya olarak gitmeyi tercih ederim..."
Milas'tan Bodrum'a yürüdü Cevat Şakir!..
Artık işte Bodrum!.. İşte Halikarnas!..
Ege'nin bu gözden uzak köşesini bulmak için aylarca yol gitmişti. Jandarmalar ise disiplini elden bırakmadılar: "Şehre geldik." dediler. "Hükümet konağına yaklaştık. Yayan gitmek yok artık. Atın üstüne dimdik otur. Hükümet konağına şanla girelim..."
Hükümet konağına şanla girmişlerdi!.. Cevat Şakir, jandarma dairesinde Muğla valisinin evrakını çıkarıp komutana uzattı. Komutan, evrakı inceledi, sonra da kaymakama götürdü. Ardından Cevat Şakir'i çağırdılar. Kaymakam sandalye gösterdi ona. "Gözünüz aydın Cevat Bey!.." dedi. "Vali beyin emirleri var. Şehir hudutları içinde serbest kalacaksınız..." Kaymakam, kalebent hükümlüsünü iyi karşılamış, üstelik de kahve ikram etmiş, sigara tutmuştu.
Kalebent hükümlüsü, Bodrum'u bulunca bir düşündü, bir hesap etti, yirmi günde gelmişti Muğla'dan. Ya Ankara'dan ayrılışı?.. Düşündü, düşündü, düşündü de hayretler içinde kaldı: Sürgün yolculuğu dört ay sürmüştü Ankara'dan Bodrum'a...
Ekini erken biçen Bodrumlular ise aylardır yol gözlüyordu. Onlar da Cevat Şakir'i merak ediyorlardı. Onu ihtiyar bir yazar olarak düşünüyorlardı. Karşılarında ihtiyar bir adam bekliyorlardı. Bir de otuz beş otuz altı yaşlarında boylu boslu bir adam görünce şaşırmışlardı.
Bodrum'u görünce Cevat Şakir de düş kırıklığına uğradı: "Bu muydu sürgün yeri Bodrum?.." dedi. Ne var ki bundan böyle bu topraklarda geçecekti yaşamı. Yerlilerinden bir söz duymuştu, o söz pek hoşuna gidiyordu: "İki dükkân bir fırın..." Böyle küçük olmasına karşılık yine de burayı sevmişti: "Kaymakam beni şehirde geziye davet etti. Eski bir belediye daresi vardı. Orada kimi memurlara takdim edildim. Kahvenin birinde oturduk. Eh, serbestim!.. Aylardan beri muhafaza altında, karakol gibi, koğuş gibi yerlerde yatmıştım. Artık öyle yerlerde yatmayacaktım..."
Deniz kıyısında dört odalı, boş bir ev varmış. Kaymakam, "Gidip onu görelim. Hoşunuza giderse hemen kiralarız." dedi Cevat Şakir'e. Bu arada kirasını da söylemeyi unutmadı: "Cevat Bey, kira yirmi beş kuruş!.." 1925 yılında cumhuriyet yeni kurulmuş sayılırdı. O zamanlar "vatan", "millet", "bayrak" gibi sözler daha ayağa düşmemişti. Her varlık, her kavram özünü, özelliğini koruyordu. Söz gelişi işte lira!.. Liranın değeri vardı, yirmi beş kuruş da paraydı hani!.. Öyle ki dört odalı bir ev kirası için çok paraydı... Kaymakam da boşuna uyarmamıştı: "Hemen kabul etmeyin... Biraz düşünün, biraz ağırdan alın... Kira parasında indirim yapsınlar."
Evi çok beğenmişti Cevat Şakir: "Evin önünde koca bir çınar... Ben evi görünce hemen kiralayacağımı söyledim. Kutu gibi beyaz badanalı bir evdi burası. Alt katta iki, üst katta iki odası vardı. Her katın birer odası iki penceresiyle denize, birer odası da yine iki penceresiyle sokağa bakıyordu. Evin bir avlusu vardı. Bel boyu duvar bilezikle çevrili bir de kuyusu vardı..."
Ünlü bir paşa çocuğu olduğundan yadırgadı, yirmi beş kuruş vermeyi üstüne düşüremedi: "Ben yirmi beş kuruş vermeye utandım. Altı aylığı birden verdim. Ev sahibi iki anahtar sundu bana. Biri avlu, öteki ev kapısınınmış. Avlunun denize açılan kapısının anahtarı yoktu; daha sonra anahtarları da hiç kullanmadım, kilitsiz anahtarsız bir yerdi. Ne hırsız ne de hırsızlık vardı Bodrum'da!.."
Küçük kasaba yaşantısı ilginç gelmişti Cevat Şakir'e: "Her gün şehri enine boyuna gezerdim, öyle ki beş altı gün sonra Bodrumlu sayılırdım. Evime bitişik bir kahvehane vardı. Daireler kapanınca memurlar orada toplanırlardı. Kahvehanenin bir yanında kaymakam ve memurlar, bir yanında da esnaf, rençber ve denizciler otururdu. İki bölümde de tavla, iskambil, dama ve domino oynanırdı. Ben satrançtan başka oyun bilmediğim için seyirci olurdum..."
Kahvede zaman öldürmek pek hoşuna gitmiyordu. Onun aklı fikri denizde, balıkçılarda, sünger avcılarında olurdu: "Deniz kıyısında kumların üzerine hasırlar serilir, dallardan örülmüş çardakların gölgesine yan gelinirdi. Ben oralara gider, oltalara balıkçı bağlarıyla mesinaları taktırırdım. Pek tabii olarak denizciler, bir olta bağlamasını bilmeyen bir insanı hor görürlerdi. Ben de bir elde oltalar, ötekinde mesinalar, denizcilerin yanlarına ezile büzüle varırdım. Oltaların bağlanmasını çekine çekine rica ederdim. Ne var ki bu çardakaltı kahveleri ve oradaki insanlar, hoşuma gidiyordu. Kahvehanede oturanlarsa böyle yerlere gittiğime şaşırıyorlardı. Aradan iki üç ay geçince denizcilere bu sefer ben bilmedikleri şeyleri öğretiyordum. Onların arasında görünmem âdeta neşeli bir olay olurdu..."
Denizi yaşamak, balıkçılarla dostluk kurmak, eski Anadolu uygarlıklarıyla yüz yüze gelmek heyecanlandırıyordu Cevat Şakir'i. Arada düşünüyordu da tam bir Halikarnaslı olmuştu. Artık balık takımlarını kendi hazırlıyordu. Tuttuğu balıkları ise satmak aklından bile geçmiyordu: "Benim için balık avı ikinci, üçüncü derecede bir amaçtı. Asıl özlem, yeni yerler görmek, rüzgârlarla gitmekti. Onun için tuttuğum balıkları çoğu zaman dağıtırdım."
Bodrum'a sürgün olmak, dünyaya bakışını değiştirmişti Cevat Şakir'in!.. "Ne yazık ki..." diyordu, "yurt diye yalnız İstanbul sevilmiş. Kim izzet ve ikbal ile bâb-ı devletten çıkmış, hiç sağına soluna bakmadan saadet -Dersaadet- kapısına kapağı atmış... Bu güzel iklimde neler yetişmezdi!.. Ama kimse bu güzelliğe daha başka güzellikleri getirmeyi düşünmüyordu. Ben tarımdan pek çakmıyordum. Paris ve Londra'dan tarım kitapları ve tohum katologları getirttim..."
Gel zaman git zaman, Halikarnas Balıkçısı takma adıyla tanınmaya başladı Cevat Şakir. Gerçek adı nüfus hüviyet cüzdanında kaldı. Şakir Paşa ailesinin soyağacında Fahrünnisa'dan doğma, İzzet Melih Devrim kızı Şirin Devrim, "Cevat dayım..." diyor, "üç yıllık sürgün bittikten sonra da uzun yıllar Bodrum'da yaşadı. Artık sürekli yazıyordu. Balıkçıların serüvenlerini, sünger avcılarının ekmek paralarını çıkarmak için nasıl oksijen tüpünü kullanmadan derinlere daldığını ve bu yüzden çoğunun vurgun yiyerek felç olduğunu ya da öldüğünü yazıyor. Ülkede yazar olarak ün saldı ve halk tarafından çok sevildi. Türk halkının sadece duygularını dile getirmekle kalmıyor, eski Anadolu uygarlıklarını da ele alıp derinden araştırıyordu..."
Evet, Halikarnas Balıkçısı kalemini elinden düşürmüyordu. Ha babam yazıyor, ha babam resimler yapıyor, ha babam karikatürler çiziyordu!.. Bazen de İstanbul Büyükada'dan palmiye tohumları getirtiyordu toprağa ekmek için... Tohumları görünce meraklanır, heyecanlanır, sevinçten uçardı: "Palmiye tohumlarını Bodrum'da toprağa ektim. Eh, buraya güzel şeyler ekip dikmek istiyordum, artık kim beklerdi?.. Yarım saat önce dikmek, hayattan yarım saat kazanmaktı. Fidanın büyüdüğünü dünya gözüyle yarım saat fazla görmekti. Yoksa gönül gözüyle ben öldükten sonra bile fidanın gelişeceği hali tohumu ekerken görüyordum..."
1970'lerde okul gezisi düzenlemiştik Bodrum'a. O zamanlar Muğla Ula Ortaokulunda öğretmendim. Bodrum'da dolaşırken hep Halikarnas Balıkçısı geldi aklıma. Orada bir yerlere ağaç dikerken karşıma çıkıverecekmiş gibi düşledim. "Kolay gelsin üstadım!.." diyecektim... Böyle selam verince gümbür gümbür sesiyle o ünlü sözünü duymak istiyordum: "Merhaba!.." Tekne turunda denizde dolaşırken yazın, sanat, kültür damarım kabarmış; Halikarnas Balıkçısı'nın kitapları gelmişti gözümün önüne. İlk önce öykülerine baktım: Ege Kıyılarından (1939), Merhaba Akdeniz (1947), Ege'nin Dibi (1952), Yaşasın Deniz (1954), Gülen Ada (1957), Ege'den (1972), Gençlik Denizlerinde (1973). Mavi Sürgün'de (1961) ise anılarını derlemişti. Ya romanları?.. Onları da kimse göz ardı edemezdi: Aganta Burina Burinata (1946), Ötelerin Çocuğu (1956), Uluç Reis (1962), Turgut Reis (1966), Deniz Gurbetçileri (1969). Ya mitolojiyle ilgili kitapları!.. Onları da unutmadım elbette: Anadolu Efsaneleri (1954), Anadolu Tanrıları (1955), Anadolu'nun Sesi (1971), Hey Koca Yurt (1972).
Devam edecek.