HAMDİ BEY'LE YOLCULUK


 

NECATİ YILDIRIM

[email protected]

 

            Hamdi Yücel Gürsoy'un biyografisini okudum. Günlerce elimden bırakamadım kitabı. Merakla okudum, satırların altını çize çize okudum. Böylece Hamdi Bey'i  daha yakından tanıdım. Hep girişimciliği, çalışkanlığı, dürüstlüğü, özverili tutumu karşıma çıktı. İnsancıl ve halk adamı oluşu da belleğime kazındı.

            Yaşadıklarından çok şey öğrenmişti Hamdi Bey. Kitabı okurken bir sözünün altını çizdim: "Benim her iki çocuğum da varlık, yokluk, sıkıntı, sevinç ne varsa hepsini yaşadılar ve hayatı öğrendiler."

            Çocuklarını iyi yetiştirmiş Hamdi Bey. Oğlu Erdinç ODTÜ'yü, kızı Özlem Bilkent'i bitirir. Onların asıl öğretmenleri ise babaları olur. Babalarından çok şey öğrenirler. Erdinç Gürsoy babasını şöyle anlatır: "Hamdi Bey'in oğlu olmak çok keyifli, çok güzel, çok gurur verici bir şey. Bana hep yardımcı, hep destek olmuştur. Kendisinden çok şey öğrendim. Hem babam hem en büyük öğretmenim." Kızı Özlem ise Hamdi Bey'i şöyle anlatıyor: "Babam her zaman çalışmayı öneren, tavsiye eden bir insandır. Bundan biz de faydalandık. Neticeden çok, o çalışma ruhu, ekip olarak hedefe koşmak bizim için önemlidir. Bazen başarırız, bazen hedefimize ulaşamayız ama o yolda yürümek bize hep mutluluk verir. Babam çok sıra dışı bir hayat yaşadığı için tecrübelerle dolu güzel bir hayatı var. Ondan her konuda çok şey öğrendik. Gelecek nesillere aktaracağı hâlâ çok birikimi var..."  

            Şu sözleri eğitim açısından dikkatimi çekti Hamdi Bey'in: "Babam beni erken öğreneyim diye altı yaşında okula yazdırdı. Tokat Cumhuriyet İlkokulu'nda okumaya başladıktan sonra biraz daha kendime geldim. Okula başladım ama akranlarım benden çok büyüktü. O zamanlar koca koca çocuklar okula başlıyordu. Dolayısıyla onların arasında ezildim, sınıfta kaldım. Çok sıkıntılı zamanlar geçirdim."

            Çocukluk yılları derin izler bırakmıştı Hamdi Bey'de: "O sıralarda annemin de hastalığı başlamış olacak ki sık sık hastaneye gidiyordu. Evde bir şeylerin doğru gitmediğini küçücük aklımla hissediyordum. Eskisi gibi üstümüze başımıza bakılmıyordu. Çamurlu okul yollarında iyice dağılıyordum. Fizik olarak da diğer çocuklardan zaten ufaktım. Bunun ezikliğini yaşadım. Bir sürü okulda birçok öğretmenim oldu. Hiç unutamadığım birinci sınıf öğretmenimdi. Tahta çantamla birlikte perişan vaziyette, üstüm başım çamur içinde sınıfa hep geç kalarak girerdim. Öğretmenim beni kucağına alır, sobanın başında kurutur, yüzümü elleriyle temizler, sonra okşardı. Öğretmenimin adı Rafia Sarısözen'di. Halk müziği sanatçısı ve derlemeci Muzaffer Sarısözen'in eşiydi."

            Altı yaşında bir çocukken İsmet İnönü'yü belleğine yazmıştı Hamdi Bey. Seksen beş yaşında hâlâ gözünün önünden gitmiyordu o sahne:  "Tokat'ta bahar aylarından biriydi. O sırada  tozlu yolda hareketlenme oldu. Hemen duvarın üzerine çıkıp baktım. Beyaz, üstü açık bir taksi gördüm. İçerisinde üç kişi vardı. Öndeki koruma olmalı idi. Sonradan bunların dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve eşi Mevhibe Hanım olduğunu öğrendim. Duvarın üzerinden kim olduklarını bilmeden onlara el sallamıştım. Arabayı durdurup bana şeker gönderdiler ve el sallayarak uzaklaştılar. Bu onları ilk görüşümdü. Onları sevmiştim ve her zaman da sevdim. Çünkü onlar bu ülkeye canları pahasına hizmet ettikleri gibi Türkiye Cumhuriyeti'ni kurmuşlar, nice badirelerden kurtarmışlardı."

            Günler akıp giderken Tokat'tan yol görünmüştü onlara. "Bir gün babam eve gelince anneme Eskişehir'e tayin olduğunu söyledi." diye anlatır Hamdi Bey: "Nasıl hazırlandığımızı hatırlamıyorum, ama Zile'den trene binişimizi, bütün akrabaların gözyaşı içinde yolcu edişini, helalleşmeleri ve ağlamaları unutamıyorum. Böylece gurbet yolları ve arkasndan hasret günleri başlamış oldu. İki gün, iki gece süren tren yolculuğundan sonra Eskişehir'e vardık."

            Hamdi Bey Eskişehir'de yeniden birinci sınıfta bulur kendini: "Yaz geçmiş ve okul zamanı gelmişti. Babam benim elimden tutup evimize en yakın okul olan Yunus Emre İlkokuluna götürdü. Okulu çok beğenmiştim. Tokat'ta sınıfta kalmıştım, yine birinci sınıfa başladım. Öğretmenim nereden geldiğimizi, şimdi nerede oturduğumuzu sordu. Ben de öğretmene tarif ederken 'Şu ilerideki çeneyi dönünce...' dediğimde sınıftan gülme sesleri yükseldi. Öğretmen çocukları susturup 'Anadolu'da köşeye çene derler.' dedi. Onlara güldükleri için kızdı. Utanmıştım, zoruma gitmişti. Herkes 'Çene geldi, çene gitti!' diye benimle alay etmeye başladı."

            Bu arada bir toplumsal gerçek de Hamdi Bey'in bilinçaltına yerleşir. O yıllarda ele avuca sığmazmış. Annesi onu sık sık korkuturmuş. "Eskişehir'deydik." diye anlatıyor: "Bir gün tozlu topraklı yollarda oynarken 'Komünist geliyor! Komünist geliyor!' diye bağırışmalar oldu. Biz çocuklar toplandık. O zaman dokuz yaşındayım. Komüniste bakıyorum. Yani komünisti seyrediyorum. Mavi elbiseli, yakışıklı bir adam. Önünde, arkasında jandarmalar var. O da Eskişehir'in tozlu yollarından yürüyerek geliyor. Biz de onun arkasına takıldık. Komünistin eline, ayağına bakıyoruz; komünist nasıl bir şey diye... Kafamıza acayip fikirler konulmuştu. Canavar gibi bir şey bekliyoruz. Baktık ki o da insan. Elleri, yüzü, ayakları var. Rahmetli annem, yaramazlık yapınca 'Seni komünistlere veririm, seni komünistler alıp götürecek.' diyerek beni korkuturdu. Sanırım onun etkisi. Bir de radyolarda hep komünist diye değişik suçlamalar yapılırdı. Aklımızda hep canavar gibi bir şey kalmış."

            O yıllarda komünist korkusu  çocukların kafasına kök salmıştı. Öyle birini görünce ödleri kopuyordu: "O zamanlar öyle bir komünist korkusu vardı. Komünist alır gider, komünist şöyle böyle yapar, denirdi. Dolayısıyla biz komünistleri insan dışı, farklı bir yaratık sanıyorduk.  Sonra hapishaneye götürdüler. Akşam babam da eve geldi. Babam dedi ki, 'Bir adam geldi, ne yapacağız bilmiyorum, koğuşa versem bir hadise çıkabilir. Hücreye atsam, yazık olur.' diye konuştu. Ben kulak misafiri olurdum. Babam her gün eve gelince ondan bahsediyordu. Babama diyorlarmış ki 'Bu adam komünist, bunu hücreye at.' Üst makamlardan söylüyorlarmış. Tabii babam da 'Cezaevinde işlediği bir suçu yok. Ben nasıl cezalandırıp hücreye atarım? Hücreye atılır mı bu adam?..' diyormuş."

            O günleri dokuz on yaşlarında belleğine yazmıştı Hamdi Bey: "Bir gün babam eve sevinerek geldi. 'Oh, Bursa'ya gönderdik. Artık kurtuldum.' dedi. Başına bir şey gelir diye güvenliğinden de korkuyordu. Üç gün sonra Bursa'ya gönderildi. Bu adam mavi elbiseli, yakışıklı biriydi, askerler arasında yürürken görürdüm."

            Daha sonra cezaevi Müdürü Sıtkı Bey'e Eskişehir'den yol görünür. "Babamın tayini Samsun'a çıktı." diye anlatır Hamdi Bey: "Eşyaları Eskişehir garında trene teslim ettik. Sonra biz de trenle yola çıktık." Samsun'u beğenmişti Hamdi Bey. Orada İsmet İnönü'yü bir kez daha görür. O anısını da şöyle anlatır: "1952 senesinde Samsun'da ortaokula başladım. Mayıs ayıydı. Bir gün okuldan gelirken İsmet İnönü ve Mevhibe Hanım'ın elini öptüm. Tokat'tan sonra ikinci görüşümdü. Başımı okşayıp okul ile ilgili sorular sormuşlardı. Şimdilerde bakıyorum da şaşırıyorum. Bir sürü korumaların arasında, basın mensupları bir yanda, iş adamları bir yanında. Ben nasıl öyle görüşmüşüm?.. O yıllarda devlet büyükleri milletinden korkmadan rahatça yürür, yollarda gezerlerdi."

            Sonra da Samsun'dan Amasya'nın  yolunu tutmuşlardı. "Yeşilırmak'ın kenarında  bahçeli, şirin bir eve yerleştik." diyor Hamdi Bey: "Amasya yeşillikler ve bolluk, bereket içinde bir şehirdi. Baharda Yeşilırmak taşar, her yer göl olurdu. O yaz da bitti. Okul zamanı geldi çattı. Yeniden orta birinci sınıftan başladım. Sınıfın en yaramaz öğrencisiydim. Hocalar beni zaptetmekte zorlanıyor, her taşın altından ben çıkıyordum. Amasyalı değildim ama sınıfı avucumun içine almıştım..." Amasya'yı unutmuyordu Hamdi Bey: "Amasya Yeşilırmak'tan dolayı çok sulak bir yer. Toprağı da sebze ve meyveye çok uygun. Muhteşem, güzel bağları vardı. Kirazı, üzümü, cevizi çok lezzetli olurdu. Amasya elması meşhurdur, herkes bilir. Kalesi zaten bir tarihti. Osmanlıdan kalma tarihî hamamlar, külliyeler, camiler derken tam bir şehzadeler şehri. Ramazanda iftar ve sahur yemekleri kalede, belediye bandosu eşliğinde yenilirdi. En güzel şarkılar çalınır, hayranlıkla dinlenirdi..."

            Bu arada babası Sıtkı Bey'in siyasi görüşünü de belirtmeden geçemiyor Hamdi Bey: "Babam İsmet İnönü hayranıydı. 1950-1960 arası iktidarda Demokrat Parti vardı. İktidardaki partiden olmayan insanların yaşama hakkının olmadığı bir devir. Babam da istediği gibi konuşur, iktidarı pek sallamazdı. Bunun cezası olarak da Zonguldak'a tayin ettiler. Hiç istemediğimiz bir tayin olmuştu."

            Evet, Cezaevi Müdürü Sıtkı Bey Zonguldak'a gönülsüz gitmişti. Bir ara Ankara'da alır soluğu. Bu tayin işini şöyle anlatır Hamdi Bey: "Babam tayinini aldırmak için Ankara'ya gitti. Orada dayımın oğluyla çok büyük uğraşlardan sonra Antalya'ya tayinimiz çıkartıldı. Zonguldak'a geri dönmek istemiyorduk, eşyalarımızı cezaevi şoförü vasıtasıyla Antalya'ya getirttik."

            Hamdi Bey'in babası memleketten bir çıkmış, pir çıkmıştı. Memleketi dolaş babam dolaşıyordu. Hamdi Bey de küçük yaşta tren yolculuklarını ezber etmişti:  "Yine bizim tayin çıktı. Bu kez Nazilli'ye gidecektik. Tren Burdur'dan ayrıldı. Giderek karlar azalmaya başladı. Nazilli'ye yaklaşırken her yer bağlık bahçelikti. Portakal ağaçlarını görüyorduk. Cennete mi geldik diye düşünmeye başladık. Önce bir otele yerleştik. Babam bir süre sonra ev kiraladı. Temizliğine gittiğimiz zaman eve bayıldık."

            Nereye gitseler Hamdi Bey'in aklı hep futbolda olurdu: "Sokağımızın bittiği noktada şehir stadı vardı. Hemen orayı keşfetmiştim. Antalya'da iki sene üst üste sınıfta kaldığım için belge almıştım. O sene okula gidemedim. Her gün akşamüzeri şehir stadında antrenmanlar yapılıyordu. Nazilli'de futbola olağanüstü ilgi vardı. Bir hafta sonu Menderesspor'la İzmir Kültürspor maçı vardı. Stad ağzına kadar dolmuştu. Çok güzel bir maç olmuştu. Menderesspor'un renkleri siyah ve beyazdı. Çok iyi futbolcuları vardı. Ben de hayaller kuruyordum.  Bir gün bu takımda oynayacaktım. "

            O günlerde futbolla yatıp futbolla kalkıyordu. Babası ise oğlunu okutmak istiyordu. O yüzden kafasında hep oğlu vardı. "Babam ve ortaokul müdürü tanışmış, arkadaş olmuşlardı." diye anlatır Hamdi Bey: "Okul müdürü, benim durumumu öğrenince 'Okula gelsin, dinleyici olarak sınıfta otursun. Bu şekilde sınavlara hazırlanır.' demiş. Matematik ve İngilizcem iyi değildi. Bu dersleri takip etmeye başladım. Ortaokul Nazilli pazarının kurulduğu çarşının içindeydi. Bu arada Menderesspor'da antrenmanlara çıkmaya başlamıştım. Ufak tefek maçlarda yer alıyordum. Sonradan Menderesspor'da çok meşhur olacak oyuncular vardı."

            Hamdi Bey futbaldan başka bir şey düşünmese de bir kulağını da okula vermişti: "Bu arada sınav zamanı da geldi ve derslerimi verdim. Ortaokuldan mezun olmuştum. Sonra da Nazilli Lisesine kaydoldum. Lise Sümerbank yolunda tarlaların içerisindeydi. Her tarafından sular çıkardı. Yolu yoktu. Bata çıka gider gelirdik. Okulda spor kolu başkanı oldum. Dersler orta şekerli gidiyordu."

            Sonunda Hamdi Bey'in hayali gerçek olur: "Artık Menderesspor'da oynuyordum. Sümerspor Kulübü çok kuvvetliydi. Takımın oyuncuları hep dışarıdan transfer edilmişti. Beni de Sümerspor'a aldılar. Orada çok güzel maçlara çıktım. Denizli'ye maça gittiğimiz zamanlar büyük rağbet görürdük. Oradaki maçların birinde çok iyi oynamıştım. Sağ haf oynuyordum, yorulmak nedir bilmezdim. Beni orada görmüşler, İzmir Altay Kulübü'ne almak için geldiler. Babam futbola karşıydı, beni göndermedi."

            Cezaevi Müdürü Sıtkı Bey Nazilli'de de dikiş tutturamadı. Bu kez de Samsun'un ilçesi Vezirköprü'nün yolunu tuttu. "Orada lise ikinci sınıfa gidecektim..." diye anlatır Hamdi Bey: "Vezirköprü'de lise yoktu. Babam Ankara'da tayinini lise olan bir yere aldırmaya çalışıyordu. Ne var ki tayinini değiştirtemeyince bu sefer beni Ankara'daki liselerden birine yazdırmak istediler. Bir sürü aksilikler oldu. Okullar beni kabul etmedi."

            O sıralarda Amasya'da tanıdıkları yetkili bir adam imdatlarına yetişir. Onun yardımıyla lisenin kapıları açılır: "İbrahim abiyle liseye gittik. Bizi çok güzel karşıladılar. Kaydım yapıldı. Benim aklım futbol takımındaydı. Sporla ilgilenenler bana karşı daha sıcakkanlı davranmışlardı. Hemen arkadaşlıklar kuruldu. Okul takımının yanında Amasya'daki kulüplerin antrenman yaptıkları sahada bulmuştum kendimi. Havam çok iyiydi. Kaptanlık yapıyordum ki takımda benden  çok büyük ağabeyler vardı."

            Amasya'da hep top peşinde koşturuyordu Hamdi Bey. Aklı hep futboldaydı. O yüzden "Başka okula!.." diye eline belge tutuşturmuşlardı. Sonrasını ise şöyle anlatır Hamdi Bey: "Zile Belediye Başkanı Macit abinin yardımlarıyla Tokat Gaziosmanpaşa Lisesi'ne kayıt oldum. Tokat doğduğum şehirdir. İlkokul birinci sınıfa burada başlamış, altı yaşına kadar da Tokat'ta yaşamıştık. Seneler sonra Tokat Gaziosmanpaşa Lisesinin öğrencisi oldum. Tahta bavulumla okulun yurduna gittim. Orada Özfener Kulübü'nde oynamaya başladım. İyi para alıyordum."

            Yıllar birbirini kovalarken Cezaevi Müdürü Sıtkı Bey'e bir kez daha yol göründü: "1959 senesinde" diyor Hamdi Bey, "babamın Vezirköprü'den tayini Muğla'ya çıkmıştı. Ben de lise ikinci sınıftaydım. Babamları trenle Muğla'ya yolcu ettim. Vermem gereken iki dersimden dolayı Tokat'a geri döndüm. Sınavlardan sonra  Tokat Lisesinden belgelerimi alıp ben de Muğla yolunu tuttum. Saburhane'de kiraladığımız eve yerleştik. Bu arada okulların açılma zamanı gelmişti. Babamla Muğla Lisesine gittik. Lise binası tarihî yapısı ile çok güzel bir bina idi. Şimdiye kadar gördüğüm liselerin içinde dikkat çeken okuldu. Saburhane bölgesi çok hoşumuza gitti. Komşuluk ilişkileri bir harikaydı. Bir anda kendimizi Muğlalı gibi görmeye başladık. O sene okul bitti."

            Hamdi Beyi'in babası çok memleket dolaşmıştı. Muğla'yı beğendi. Üstelik emekliliği de gelmişti. Muğla'ya yerleşmeye karar verir. O günleri unutamıyor Hamdi Bey: "Babam, 'Benim emekliliğime az kaldı. Nerede kalacağımıza karar vermemiz lazım.' dedi. 'Oğlum suç oranı açısından diğer hapishanelerde gördüğüm cinayet, gasp, kan davası gibi olayları Muğla'da görmedim. Buradan daha sakin yer bulamayız. Ama sana da kalıcı bir iş bulmamız lazım.' dedi. 'Odun satalım. Bu memlekette odun satan yok.' dedi." Kulağında çınlıyor babasının sözleri: "Ben otuz beş sene memurluk yaptım. Gezmediğim yer kalmadı. Ne bir karış toprağımız ne de bir karış yerimiz var. Onun için bizim sana bir iş kurmamız gerekir." Bu sözleri yadırgıyor Hamdi Bey. O başka dünyalarda yaşıyordu: "Bu konuşma üzerine ben de 'Ben futbolcu Hamdi'yim. Oduncu nasıl olurum baba?' dedim. Rahmetli babam, 'Vazgeç bu düşünceden. Sana atölye açayım.' dedi. 1962 senesinde babam benim adıma odun atölyesi açtı."  

            Hamdi Yücel Gürsoy, Muğla'da yaşamın akışı içinde Nail Çakırhan'la tanışır. Sonra Akyaka'da kurulan dostluk yıllarca sürüp gider: "Nail abi konuşmayı çok sevmeyen bir adamdı. Nail Çakırhan'ı konuşturmak için onun damarına girmek gerekirdi. Çoğu zaman dinlerdi, çok az konuşurdu. Ama ben Nail Çakırhan ile içkili ortamlarda oturur, sohbet ederdim. Ben, eşim, kızım Özlem, oğlum Erdinç ve eşi Halet Hanım çok zaman akşamları aynı masada otururduk. Rakıyı çok severdi. Kızım Özlem de çok güzel sorular sorardı. Özlem küçüktü, o da Özlem'e değer verir, ona anlatırdı. O Özlem'e anlatırken biz de dinlerdik, yoksa bize kolay kolay anlatmazdı. Özlem, 'Ne oldu Nail amca, nasıl oldu, böyle mi oldu, şöyle mi oldu?' diye sorardı. O da bildiği, düşündüğü şeyleri güzel güzel anlatırdı. Tabii o gecelerde Rusya'ya kaçması gibi özel durumları da bize anlatırdı, başka kimse bilmezdi."

            Hamdi Yücel kitabını hazırlayan Ali Abbas Çınar ise Hamdi Yücel Gürsoy ile Nail Çakırhan arasındaki dostluğu şöyle anlatır: "Hamdi ağabeyin Nail Çakırhan ile tanışmasından sonra gelişen ve Türkiye'nin önde gelen aydınlarıyla Yücelen Otel'de sohbet etme ve fikirlerinden yararlanma hali ise iç dünyasında başka bir dünyaya yolculuk olur. Bu süreçte o artık sadece parayı amaç edinen bir tüccar değil, para kazanmakla birlikte daha seçici iş alanlarında ve halka hizmet etmeyi de amaç edinen bir kişilik olarak ortaya çıkar. Önceki dönemlerinde daha kapalı, daha hırslı iken turizm, sağlık ve eğitimin öne geçtiği dönemlerde daha sakin, daha ılımlı ve daha uzlaşmacı olur. Şüphesiz bunda en büyük rol Nail Çakırhan'dır. Nail Çakırhan ve onun dostları Hamdi ağabeyin de dostu veya arkadaşı olurlar, uzun sohbetler Hamdi ağabeyde bilinç uyanması ve aydınlanmayı sağlar. Hamdi ağabeyin öğrenmeye olan aşkı ve bu uyanışı daha da kolaylaştırır. Hamdi ağabey, kendisine bilinç uyanmasında, Yücelen Otel'in ortaya çıkmasında ve hayatının aydınlanmasında Nail Çakırhan'ın rolünü sürekli anlatır ve bundan keyif alır."

            Hamdi Yücel Gürsoy kitabı 1940'lı, 1950'li yıllara götürdü beni. Düşünüyorum da oturup bir çay kahve içmek ya da biraz sohbet etmekle bir insanı tanıyabilir miyiz?.. Üstelik ne denli tanırız?.. Muğla'da adını duyduğunuz adamı tanımak için Hamdi Yücel Gürsoy kitabını okumak gerekir. Okudukça şaşıracaksınız, okudukça bu alçak gönüllü adama hayran kalacaksınız. Çalıp çırpmadan, kimseyi dolandırmadan, iktidarlara dayanmadan, nerelerden nerelere gelmişti?.. Seksen dört seksen beş yaşlarında hâlâ kafasında düşler kuruyordu. Bu kitabı herkese öğütlerim. Okumak dünyaya, yaşama farklı bir gözle bakmayı öğretir insana. Sözün özü; insanı zenginleştirir, insanı güzelleştirir.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI