CENGİZ BEKTAŞ'LA YOLCULUK

 ENGİZ BEKTAŞ'LA YOLCULUK

 

            Cengiz Bektaş'ın ölüm haberini duyunca inanamadım. Daha iki ay önce, ocak ayında İstanbul'da Kuzguncuk'taki evinde görüşmüştük. İki üç saat hep heyecanla anlatmıştı. Bilgeliğine, inceliğine, insancıllığına, Anadolu kültürüne tutkunluğuna hayran kalmıştım. Nasıl sızlamazdı yüreğim?..

            Cengiz abi, bir gün önce Muğla'dan gelmişti. Ayağının tozuyla Ege'nin bu güzel köşesini anlattı. Yorulmak bilmiyor, seksen altı yaşında bile kendini bir delikanlı gibi görüyordu. Üstelik yüreğinden bıçak altına yatmıştı.

            Bir kent müzesi yaratıyordu orada. Sıradan bir müze değildi, bitince eşi benzeri bulunmayacak bir müzeydi. Özgün, olağanüstü, Muğla'ya yakışır bir müze. Bir kent belleği, bir uygarlık, bir kültür belleği olacaktı. Cengiz Bektaş, işte böyle ağır bir işi üstlenmiş, hep ona kafa yoruyordu. Öyle ki iç mekânla ilgili aydınlatmayı, ışık düzenini bile düşünüyor, güvendiği elektirik mühendislerinden raporlar alıyordu. Neden? Aydınlatmada tutumluluğu düşünüyor, halkın parasının boş yere gitmesini istemiyordu. Bu arada Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Gürün'ün bir sözü çok hoşuna gitmiş, o sözü hiç unutmuyordu.  "Osman Gürün, beni orada hep 'Denizli doğumlu Muğlalı...' diye tanıştırdı." 

            Boğaz'da, Kuzguncuk'un dokusuna özgü küçük, şirin bir evi vardı. Mimarlığıyla, sanatçılığıyla bütünleşen tam bir kuşevi. Zaten kuşevlerini çok severdi Cengiz abi. Hatta kitabını bile yazmıştı. O kuşevinde hem kapılarını hem de yüreklerini açtılar bize. Küçük bir masaya oturduk. Söyleşiye koyulduk. Eşlerimiz Gönül Bektaş'la Ayşe Yıldırım da katıldılar bize. Gönül Hanım çaylar getirdi. Tabaklarda kuru incir, kuru kayısı koydu masaya. Çaylarımızı yudumlarken, "Ben" dedi Cengiz abi, "Muğla'da gençlik yıllarımın Denizli'sini görüyorum. Denizli'yi öldürdüler. Eski mimari dokusunu yok ettiler. Muğla bozulmamış, kentin geleneksel dokusu duruyor. Yerel yönetimler de korumaya dört elle sarılmış."

      Cengiz abiyi dinlerken yıllar öncesine gitmiştim.

Ben 1978'de Türkiye Yazarlar Sendikası (TYS)'na üye olmuştum. 12 Eylül'de üyelikten ayrılmak zorunda kalmıştım. Cengiz Bektaş'ın TYS Başkanılığı döneminde  onun  çağrısıyla yeniden üye oldum. Sohbet ederken sendika kartımı çıkardım, "Cengiz abi, bu imza sizin mi?" diye sordum. İmzasını görünce "Evet!.." dedi. Gönül Hanım meraklanmıştı, "Bu karttan bizde yok." dedi. "Fotoğrafını çekebilir miyim?.. Belgeliğimizde bulunsun." Verdim. Bir ön yüzünün, bir de arka yüzünün fotoğrafını çekti. "Ne rastlantı!.." diye güldü. "Baba adlarınız, ana adlarınız aynı. Memleketiniz de aynı."

            O gün böyle bir mutluluk da yaşadık işte!..

            Başkan Osman Gürün, deyim yerindeyse bal alacak çiçeği biliyordu. Cengiz Bektaş, Muğla'nın kültür dokusuna uygun güzel bir yapıt ortaya koyacaktı hiç kuşkusuz. Öyle sıradan, Batı'ya öykünen, kimliksiz binalar yapmaya girişmezdi. Umarım, Muğlalılar da ileride bu kent müzesiyle övünç duyardı.

            Peki, kimdir Cengiz Bektaş?..

            1963'te Ankara'da İngiliz İlkokulu, 1964'te Almanya'da Bonn Büyükelçiliği gibi yapılarla mimarlık sahnesine çıkmıştı. Sonra ölünceye dek o sahneden hiç inmedi: Ankara'da Etimesgut Camisi, Türk Dil Kurumu, Emir Subayları Lojmanları, Çankaya Komutanlık Lojmanları, TMO Genel  Müdürlüğü, Keçiören Yaşlılar Evi gibi yapıları dikti. Öyle ki Türk Dil Kurumu yapısı, mimarlarca Cumhuriyet dönemini simgeleyen yirmi yapıdan biri sayıldı. 

            İstanbul'da Silivri Toplu Konut Evleri, Bakırköy Yaşlılar Evi, Bakırköy Endüstri Bankası, Büyükada Türk İsveç Kültür Evi, İstanbul Erkek Lisesi İlköğretim Okulu gibi yapılarda da onun damgası var. Muğla bölgesindeyse Datça'da Knidos Tatil Köyü, Bodrum'da Ora Tatil Köyü, Antik Tiyatro Oteli gibi yapıları da belirtmek gerekir. Sonra İzmir'de, Antalya'da, Mersin'de, Balıkesir'de, Bursa'da, Çanakkale'de, Edirne'de, Elazığ'da gerçekleştirdiği projeleri de eklenir bunlara.

            Mimar Cengiz Bektaş, elbette kendi memleketini de unutmamıştı. 1934'te doğduğu Denizli'ye de gelenekle çağdaşlığın buluştuğu yapılar kazandırdı. İlk önce 1970'de Halil Bektaş İlkokulunu yaptı.

Ardından Merkez Bankası, Babadağlılar Çarşısı, Cihan Bektaş Evi, Boya Basma Fabrikası, Kuyumcu Oteli, Kuyumcular Çarşısı, Esat Sivri Evi, Erbakır Elekrotilik Bakır Fabrikası, Kemal Özbilen Çarşısı, Pişkin Otel gibi yapılar bıraktı memleketine.

            Halil Bektaş İlkokulunun yürekleri burkan bir öyküsü vardı. Bu öyküyü şöyle anlatır Cengiz Bektaş: "Babam bir gün beni çağırdı. İstanbul'dan gittim. Her şeyini satmıştı. Evimizi bile. Kirada oturuyordu. Bir okul yaptırmak istiyordu, ben ona yardımcı olmalıydım. Yıllarca uğraştı. Denizli'de bir okul yaptırıp armağan eden ilk kişi oldu. O yıllarda okullarda seksen kişi bir sınıfta okuyordu. İlk başlangıçta, 'Cehennemlik ne olacak. Cami yaptıracağına okul yaptırıyor.' diyorlardı. Babam, okul yapılırken işçi gibi çalıştı. Okul açıldığı gün onu duvara sırtını yaslamış, çocukları seyrederken gördüm. Cıvıl cıvıl çocuklara bakarken gözlerinden sicim gibi yaşlar akıyordu."

            Bu öykünün sonrası da vardı. "Aradan yıllar geçti." diye onu da anlatır: "Bir gün Ankara'dan telefon ettiler. Türkiye'de eğitime bağışlarıyla yardım edenlere madalya verilecekti. Halkevi'ndeki törende babam adına verilen madalyayı aldım. Dışarı çıktığımda merdivenlere oturdum. Sonra kendi duyacağım bir sesle, 'Sana okuma yazma bile öğretmeyenlere, yaptıklarını bağışlamayacağım. Söz veriyorum. En az senin kadar doğduğun topraklara yararlı olmak için çalışacağım.' diye mırıldandım."

            Mimarlık yarışmalarında sayısını unuttuğu ödüller aldı Cengiz Bektaş. Sonra bu ödüllere Mimar Sinan Büyük Ödülü'yle Ağa Han Mimarlık Ödülü'nü de ekledi. Mimarlık projeleri, uygulamaları yetmedi. Orta Doğu Teknik Üniversitesinde, Trakya Üniversitesinde, Mimar Sinan Üniversitesinde, Eskişehir Anadolu Üniversitesinde öğretim görevlisi olarak çalıştı. Bu üniversitelerde "Halk Yapı Sanatı" dersi verdi. Ayrıca çağrılı olarak gittiği Makedonya, Amerika, Almanya'da üniversitelerde hocalık etti, konferanslar verdi.  

            Cengiz Bektaş mimardı; üstelik adından söz ettiren yapılara imza atmış yaratıcı bir mimardı. Mimarlığının yanı sıra usta bir şairdi de. 1960'ta Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın Türkçe dergisinde yayımlamaya başladığı şiirleri daha sonraları Dost, Türk Dili, Yazko Edebiyat, Çağdaş Türk Dili, Varlık, İnsancıl gibi dergilerde yayımlandı. Şiirlerini Akdeniz, Mor, Dört Kişiydiler Bir de Ben, Yeryüzü Yüreği, Yer Deli Gök Deli, Zeytinli Fırın Sokağı gibi kitaplarda topladı. Deneme türündeyse Mimarlıkta Eleştiri, Benim Oğlum Bina Okur, Duvarların Dışı da Senin, Yuva mı Mal mı, Kültür Kirlenmesi, Hoşgörünün Öteki Adı: Kuzguncuk, Ev Alma Komşu Al, Yaşama Kültürü, Kentli Olmak ya da Olmamak gibi yapıtlara imza attı. İnceleme dalında da Koca Sinan, Halk Yapı Sanatı, Babadağ Evleri, Kuşadası Evleri, Şirin Evleri, Akşehir Evleri, Kuşevleri, Türk Evi gibi kitapları bulunuyor. Elbette çocukları da unutmadı. Onlar için de Koca Rıza, Usta ile Çırak, Sevgiyle Yap, Çağıl Nasıl Mavi Oldu gibi kitaplar yazdı.

            Cengiz Bektaş'a mimarlık yetmiyordu, şiirler yetmiyordu, çocuk öyküleri yetmiyordu. Araştırmalar yapıyor, denemeler yazıyordu. Bu arada daha geniş bir kesime sesini duyurmak için uzun yıllar Evrensel gazetesinde "Yaşama Kültürü" başlığıyla haftalık köşe yazıları kaleme aldı.  

            İyi bir örgütçü de sayılırdı Cengiz Bektaş. Bir ara Türkiye-Yunanistan Dostluk Derneği, Türkiye Yazarlar Sendikası başkanlıklarıyla Uluslararası PEN Türkiye Bölümü ikinci başkanlığı görevlerini yürüttü.

            Cengiz Bektaş mimarlık ödüllerinin yanında yazın alanında da ödüller aldı:  Mimarlıkta Eleştiri kitabıyla 1968'de TDK Deneme Ödülü, TRT 1970 Sanat Ödülleri yarışmasında tek şiirde Başarı Ödülü, 1997'de Abdi İpekçi Barış Özel Ödülü kazandı. Bunların üstüne bir de 2001'de Bergama Köylüleri Çevre Ödülü'nü koydu. Cengiz Bektaş'ın başarı öyküsü daha bitmemişti. Bu arada şiirleriyle bazı çocuk öyküleri İngilizce, Almanca, Rusça, Romanca, Bulgarca, Arnavutça, Makedonca, Yunanca, Fransızca gibi dillere çevrildi.          

            Şimdi eğri oturup doğru konuşalım.  

            Denizli'de yerel yönetimler böyle kendi bağrından yetişen önemli bir insanın değerini bilmedi. Böyle yüce bir değerin başarılarına kulak tıkadı. Elbet yalnız yerel yönetimler değil, sivil toplum örgütleri de duyarsız kalmıştı. Oysa Mimar Cengiz Bektaş'ın doğduğu topraklara yararlı olmak için nasıl çırpındığını sağır sultan bile duymuştu. İster istemez insan sormadan edemiyor: Geleceğe kim kalacaktı? Cengiz Bektaş mı, yoksa onu görmezlikten gelenler miydi?..

            Elbette herkes burnunun dibindeki Pamukkale'yi görüyordu. Orada eski uygarlıkların kültür kalıntıları bulunuyordu. O dönemlerin yöneticileri, kralları neredeydi peki?.. Onların yerinde yeller esiyordu işte!.. O yüzden ucuz politikacılar sahneden indiklerinde sanki o krallardan farklı mı olacaktı yazgıları?.. Oysa mimar, şair Cengiz Bektaş unutulur muydu? Onun Anadolu kültüründen süzdüğü yapıtları yok olur muydu acaba?..  

            Ne var ki insan yine de üzülüyordu. Kuzguncuk'ta üzüntümü de öfkemi de dile getirdim. O söyleşi bantta duruyor, isteyen dinleyebilir. "Cengiz abi," dedim, "Denizli'de  yerel yönetimler sizin değerinizi bilmedi. Sizden danışman olarak yararlanmadı. Sizi yok saydılar nedense. Sizin adınıza ben hem üzülüyor hem de o dar görüşlü politikacılara kızıyorum." Seksen altı yaşındaki bilge adam, Cengiz abi gülümsedi, başını salladı: "Hiçbir peygamber," dedi. "kendi köyünden peygamber çıkmamıştır..."

                Aslında Denizli, utancından yüzünü elleriyle kapatıp düşünmelidir. Ben olsam düşünürdüm. "Cengiz Bektaş," derdim, "Bağrımızdan yetişmiş bir yüksek mimar, bir mühendis, bir ozan. Üstelik Cumhuriyet döneminin sayılı mimarlarından biri. Biz böyle bir adamın değerini neden bilmedik?.." Böyle sorgulardım kendimi. Sorguladıkça da utancımdan yerin dibine geçerdim.    

                Cengiz Bektaş'ın Muğla'da müze projesinde kimse işine karışmamıştı. Bütün deneyimini, ustalığını ortaya koyacağı müzeyi anlatırken nasıl da heyecan duyuyordu: "Başkan Osman Gürün, benden bir müze yapmamı istedi Muğla'ya. Bana Muğla'da avlulu eski bir Muğla evi ve beş kişi verdiler. Bana sadece müzenin bina yapımını değil, müzenin nasıl olacağı projesini de verdiler."  Cengiz Bektaş mimardı, şairdi, sanat tarihçisiydi. Türkiye'de mimarlıkla ozanlığı buluşturan başka bir mimar yoktu. Cengiz Bektaş'ın Anadolu kültürü, halk yapı sanatı üstüne savları vardı. Usta mimar, sözünü hiç esirgemezdi, işe başlamadan önce görüşünü belirtti: "Başkan," diyor Cengiz Bektaş, "Başkasını isteseydi Japonya'dan mimar getirirdi. Eğer kopya istiyorsanız yapmam." Sonra da eklemişti: "Benim yapacağım müzenin amacı 7'den 70'e Muğlalıların nerede olduklarını anımsatmak."

                Bu sözler Başkan Osman Gürün'ün hoşuna gitmişti elbette. Böylece Anadolu kültürüne âşık iki yürek buluşmuştu. "Bizim tam da istediğimiz bu." diye sevinçle karşıladı: "Biz sizden sadece bir bina projesi değil, içerik de istiyoruz."

                Ne var ki Muğla'nın kültürüyle bütünleşen müze binası bazı insanların tuhafına gitmişti. Neden? Cengiz abi eski köye yeni âdet getirmişti çünkü. İnsanların gözleri özgünlükten, yaratıcılıktan uzak, gösterişi öne çıkaran, kimliksiz yapılara alışmıştı. Öykünmeci yapıları çağdaşlık, gelişmişlik sanıyorlardı. Oturup kimse kafa yormuyordu: Binanın ayırt edici özellikleri neydi?.. Tarihsel bağlamı içinde nasıl değerlendirilmeliydi?.. Hani son zamanlarda insanların sık sık dile getirdiği bir söz vardı: liyakat. Aslında bu yönden de kimse bir kusur bulamazdı. İşte Mimar Sinan Ödülü . İşte Kerim Ağa Han Ödülü. İşte Ankara'da Cumhuriyet dönemini simgeleyen Türk Dil Kurumu binası. İşte üniversitelerde verdiği halk yapı sanatı dersleri.

                Mimarların hocası Doğan Kuban, "Tasarımlarında sözünü dikkatle seçiyor." diye anlatır Cengiz Bektaş'ı: "Yanlış yapmıyor. Çirkin yapmıyor. Bence, bir mimarlık işçisi. Güvenilir bir profesyonel. Bektaş'ta hiç sürpriz yok; fakat denenmiş mekânsal etkilerin yerinde kullanılması var. Her yapısında farkına varılır bir estetik düzeye ulaşan, fakat bunu hiçbir zaman biçimsel gösteriye dönüştürmeyen en rasyonel mimarımız Cengiz Bektaş."

                Bir başka mimar, yine ünlü bir akademisyen Profesör Uğur Tanyeli de usta mimarla ilgili uzun bir incelemesinde onun farklı bir yönüne değinir: "Bektaş, Atatürkçü aydının yalnızlığını önce mekânsal ayrımı ortadan kaldırarak yani fiziksel planda halkla birlikte yaşayarak gidermek istemektedir. Bunun içindir ki 'Bektaş İşliği' bir mimarlık bürosu olmanın yanı sıra, bir kültür merkezi, bir kitaplık, bir arşiv, bir dershane, özetle bir cemaat odağı gibi de işlev görüyor."

                Evet, biz ocak ayında Kuzguncuk'ta Cengiz abinin kapısını çaldığımızda kapıyı güler yüzlü  genç bir kız açmıştı. O zaman görmüştük, kapıdan girişte sol tarafta işlikte iki üç genç mimar çizimlerle uğraşıyordu. Oysa kapıyı açan genç kız da o mimarlardan biriymiş. Cengiz Bektaş böyle bir yandan Muğla'ya gidip geliyor, bir yandan konferanslara yetişiyor, bir yandan da genç mimarları yetiştirmek için çırpınıyordu. Öyle ki işliğinden yetişen mimarlar, "Biz Cengiz Bektaş'tan öğrendiklerimizi okulda görmedik." diye usta mimardan hayranlıkla söz ediyorlardı. Cengiz Bektaş, Türk mimarlık tarihinde  gelenekle çağdaşlığı birleştirmek  için böyle tek başına bir ordu gibi savaşım veriyordu.

                Bu arada Muğla Bölge Müzesinin yapısı beni de düşündürmüştü. Peki, beni nasıl düşündürmüştü? Bendeyse çok farklı çağrışımlar uyandırmıştı: 1983'te Nail Çakırhan Ağa Han Mimarlık Ödülü aldığında kimi basın organları olsun bazı kişiler olsun,  "Köy evi" diye küçümsemişti o evi. Kimi yüksek mimarlar da "alaylı mimar" diye dudak bükmüştü. Sonra ne oldu? Sel gitmiş, kum kalmıştı.

            Yine 1980'lerde Kenan Evren, bir resim sergisinde Pablo Picasso'nun bir tablosunu gördüğünde, "Böyle resim ben de yaparım." diyerek ressamlığa soyunmuş, ünlü ressamla yarışa girmişti. Astığı astık, kestiği kestik paşa, Pablo Picasso'nun 20. yüzyıl resim ve heykel sanatının en tanınmış adı olduğunu nereden bilecekti? İşte o küçümsediği tablo 179 milyon dolara satılmıştı.

            Şimdi bir haber daha geliverdi aklıma: Heykeltıraş Mehmet Aksoy, ünü yurt dışına taşmış bir sanatçımızdır. Peki, onun başına neler gelmişti? Kars'ta 2006'da  Üçler Tepesi'ne, adı "İnsanlık Anıtı" olan yirmi beş metre boyunda bir anıt dikmişti. Birinci Dünya Savaşı yıllarında Enver Paşa, kış ortasında Allahuekber dağlarında seksen bin askeri soğuğa kırdırmıştı. İşte o şehitlere saygıyı ve barışı simgeliyordu bu anıt. Dönemin başbakanı Erdoğan, 8 Ocak 2011'de Kars'ta mitingte konuşurken bu anıtı "ucube" diye nitelemişti. Böylece bir AKP'li belediye başkanı yaptırmış, sonra bir başka AKP'li belediye başkanı da apar topar yıktırmıştı.

            Peki, 1960'larda Muğla'da ne olmuştu, biliyor musunuz?.. Kentin göbeğinde Yağcılar Hanı gibi, Konakaltı Hanı gibi, geçmişi yüzyıllara dayanan bir han vardı: Kocahan. Kentin yüreği sayılan bu kültür yapısı da yıkımlardan kurtaramamıştı kendini. Ula Ortaokulundan öğrencim sevgili Jale Eren (Güner), yıllar önce Muğla'da evlerine çağırdığında rahmetli eşi Mehmet Ali Eren, "Hocam," diye acı acı gülümsemişti: "Dönemin belediye başkanı Kocahan'ı yıktırdı. O güzelim han yıkılırken herkes başına toplandı, 'Sağ ol başkan!.. Yaşa, var ol başkan!..' diye alkışladı. O zamanlar eski yapılar bilinçsizliğe hep böyle kurban gitmişti."

            Mimar Cengiz Bektaş ise eski yapıları yıkıp yok etmek yerine onları korumak, onarmak için çırpınıyordu. O halk yapı sanatı evlerin, hanların ayakta kalması için savaşım veriyordu. Hatta bunun için 1990'larda oturup bir de kitap yazmıştı: Koruma Onarım. Cengiz Bektaş, o yazılarının birinde, "Koruma. her şeyden önce kültür yorumumuza bağlı." diye yazıyordu: "Bilgimiz, kültürümüz, bir şeyin değerini kestirebilecek düzeyde değilse, onu korumak diye bir tasamız olmayacaktır. Örneğin, çok değerli bir kilimi, ayakkabılarını silmek için kullanabilir, onun değerini bilmeyen kişi. Yüzlerce yıllık bir kitabı ocağı tutuşturmak için kullanabilir. Çok değerli bir yapıyı, onun çevresindeki değerleri ölçülemeyecek ağaçları bir apartman yaptırmak için yıkıp kestirebilir. Bir mozaiği kırıp yolda moloz diye kullanabilir."

            Cengiz Bektaş, bir başka yazısında gene onarım konusunu ele almıştı: "Tarihsel yapıtı, yapıları bile bile üç kuruşluk çıkar uğruna yok edenleri insandan sayabilir miyiz?" diye soruyordu: "Bir kültür, sanat ürünü, yalnız bir kez var olur, çağının koşullarında.Yüz yıl sonra, yüz yıl öncesini geri getirmeye kalkışmak, en iyimser deyimle yalancılıktır. Tarihsel yapıtı yok etmek, sonra da yerine yapılan kopyayı, yüz yıl eskiymiş gibi göstermektir." Üstelik ayrıntılara, inceliklere de dikkat çekiyordu: "Bir yapıta insan sıcaklığı kazandırmak demek, içine insan sokabilmek, ona çağdaş işler verebilmek demektir. Ancak içinde insanın yaşaması sağlanmış bir yapıt, onarılmış, sürekli onarıma kavuşturulmuş demektir. İşlev belirlenmeden onarım yapılmamalıdır aslında. Sözüm ona onarılmış, sonra da boş bırakılmış bir yapı onarılmış sayılmaz."  

            Mimar, şair Cengiz Bektaş gençlere taş çıkartırdı; o yaşta bıçak görmüş yüreğiyle yorulmak bilmeden koşturuyordu. Mart ayının başlarında gene Muğla'nın yolunu tutmuştu. Bu arada içinden geçenleri ise yıllar önce bir şiirinde dile getirmişti. O şiirinde olduğu gibi,  20 Mart 2020 günü birdenbire çekip gitti:

           

            Bunca yıl sımsıcak tuttuğum yüreğim

            Şimdi çırpınan bir acı göğüs çatımda

            Taşırım taşıyabildiğimce

            Korkmadım hiçbir şeyin bitmesinden

            Bitecekse birşey hem

            Böyle birdenbire

            Bitmeli güzelken.

 

            BİTTİ

 

           

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI