KIZILÇULLU'DAN BİR ÇINAR

KIZILÇULLU'DAN BİR ÇINAR

 

            15 Şubat 1969'da, Büyük Eğitim Yürüyüşü'nde Ankara'da Osman Tanyü ile yan yana yürümüştük. Kış gününde on üç yaşındaki oğlunu da götürmüştü yürüyüşe. Bilimin, aydınlığın yolunda onu da yetiştirmek istiyordu. Umutları, düşleri, heyecanları yüreklerine sığmayan öğretmenlerin başkentte nasıl sel olup aktığını gösterecekti oğluna.

            Osman Tanyü 1926'da Manisa Alaşehir'in Yeşilyurt köyünde doğdu. İlkokuldan sonra İzmir Kızılçullu Köy Enstitüsü'nde okudu. Bu okulda çok farklı bir dünyada buldu kendini.  Burada yüzlerce çocukla karşılaştı: Kimi Muğla'dan gelmiş, kimi Denizli'den, kimi Aydın'dan, kimi de Manisa'dan gelmişti... Onları Kızılçullu'da yoksulluk buluşturmuş, okuma aşkı buluşturmuştu. Osman Tanyü ilk kez takım boz urba gördü sırtında. Mandolin çalmayı öğrendi. Sabah kültür dersleri, öğleden sonra da becerilerini geliştirecek dersler görüyorlardı. Beceri dersleri arasında demircilik vardı, dülgerlik vardı, yapıcılık vardı. Sabah sporunda ise topluca halk oyunları oynuyorlardı. Bu arada Alaşehirli çocuk, okulun kütüphanesinde dünya klasikleriyle tanıştı. Ekmek yer gibi, su içer gibi kitap okumaya başladı. Yüzlerce kitap geçti elinden.

            O yıllarda memleket yoklukla, yoksullukla boğuşurken bir de İkinci Dünya Savaşı patlak vermişti. Türkiye savaşa girmese de Almanlar Trakya sınırına dayanmışlardı. Savaşın sıkıntıları, Kızılçullu'da öğrencileri de vurdu: Ekmekler küçülmüştü. Akşamları karartma uygulanıyor; pencereler kalın perdelerle, kâğıtlarla kapatılıyordu. O savaş yıllarında bile  devlet, yine de çocukların geleceğini düşünüyordu. 1944 yılında Aydın Ortaklar Köy Enstitüsü'nü  kurdu. O zaman Kızılçullu öğrencileri, yaz tatilinde trenle Ortaklar'a gittiler. Öğrencilerin arasında Osman Tanyü de vardı. Orada taş çekmiş, tuğla çekmiş, harç karmıştı. Eline mala alıp duvar örmüştü. Böylece bir yaz tatilinde öğrenciler, Ortaklar'da bir okul binası dikmişlerdi. İşte o çorbada Alaşehirli  çocuğun da tuzu bulunmuştu.

            Osman Tanyü 1944 yılında okulu bitirmiş, bu kez köyüne öğretmen olarak dönmüştü. Doğup büyüdüğü yerde yüzlerce öğrenci yetiştirdi. Ayrıca köylülerine de ışık saçtı, akşamları kurslar açarak okuma yazma öğretti onlara. Hatta okuma yazma öğretmekle kalmadı; okulda öğrendiği demircilik, marangozluk, dokumacılık gibi meslekleri de getirdi köyüne. Genç öğretmen, o yaşta herkese yol gösterdi. Sonra Alaşehir'de Beş Eylül İlkokulu'nda çalıştı. Meslek yaşamı boyunca köy enstitüsünden aldığı ışıkla yürüdü; daha sonra yine o ışık kılavuz oldu. Her zaman okuluyla gurur duydu: "Ben Kızılçullu'yu bitirdim," derdi, "Kızılçullu Köy Enstitüsü olmasaydı okuyamazdım..."

            15 Şubat 1969'da neden Ankara'nın yolunu tutmuştuk? Üstümüzde ekonomik baskı vardı, siyasal baskı vardı, idari baskı vardı. O günlerde gazetelerde okuduk; Malatya valisi, makamında TÖS Şube Başkanı Nedim Şahhüseyinoğlu'nu tokatlamıştı. İşte bu tokat olayı bardağı taşıran damla oldu. Olay basına da yansıyınca İlhan Selçuk, "İşçiye kurşun... öğretmene tokat!.." diye bir yazı kaleme aldı. Çünkü aynı vali, daha önce de Zonguldak'ta maden işçileri üstüne kurşunlar yağdırtmıştı.

            Ankara'ya doğru yola çıkarken Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile Türkiye Öğretmen Dernekleri Millî Federasyonu (TÖDMF) gibi iki büyük öğretmen örgütü vardı arkamızda. Dönemin Ankara Valisi Ömer Naci Bozkurt, bu iki örgütün yöneticilerini mahkemeye vermişti. Neydi suçları?.. 624 sayılı Sendika Kanunu'na aykırı davranmak... Vali Ömer Naci Bozkurt'a düzenleme kurulunu mahkemeye vermek yetmemiş, üstüne üstlük bir de iki satırlık bir yazıyla yürüyüşü yasaklamıştı. Bunun üzerine sendikanın hukuk bürosu Danıştay'a başvurdu. Danıştay da bu yasaklama kararını hemen kaldırdı.

            Baskılar, yasaklar, davalar öğretmenlere vız gelip tırıs gidiyordu. Bir bakıma ok yaydan çıkmış, bu yoldan dönmek yoktu artık. Evet, yasa dışı uygulamalar, öğretmenleri daha da kamçılamıştı aslında. Yine o günlerde gazeteler yazmıştı: İstanbul, Trakya, Marmara, Adapazarı, Sakarya öğretmenleri, yüz otobüslük bir konvoyla çıkmışlardı yola. Hatta Malatya'dan seksen öğretmen katılacakken bu sayı iki yüze çıkmıştı.  

            Büyük Eğitim Yürüyüşü'ne Alaşehir'den de çok katılım olmuştu. Herkes bayrama gider gibi hazırlanmış; sevinçle, heyecanla yollara düşmüştü. Bu yürüyüşü düşününce kimler geliyor  aklıma? İşte Osman Tanyü geliyor, işte Ahmet Tasar geliyor, işte Rüstem Üstüntaş geliyor...  Yine belleğimde İbrahim Çınar var, Ali Yıldırım var, Mehmet Ali Sarıçam var, Elbette Halil Arıkan'ı, Kâzım Candoğan'ı, İbrahim Cin'i, Ahmet Doğan'ı, Mehmet Kaptan'ı da unutmadım. Yıllar sonra İzmir Ticaret Lisesi'nde birlikte çalıştığımız Hikmet Gökçe de vardı yürüyüşte. Ya Beş Eylül İlkokulu'nun deneyimli öğretmenlerinden Nazike Akıncı?.. Öğretmen kızı Sevinç Akıncı'yla ön saflarda yer almıştı. Bu arada Eczacı Erkin Türker'le karısı Eczacı Yıldız Türker de yürüyüşe katılmışlardı. Öğretmenlerin yalnız kendi sorunlarını değil, halkın sorunlarını da dile getirmek için toplandıklarını biliyorlardı çünkü.

            Evet, ben de Alaşehir'den katılmıştım yürüyüşe. Neden oradan katılmıştım? 1968 Haziran ayında Alaşehir Kız Enstitüsü'nden Muğla Ula Ortaokulu'na sürgün olmuştum. Danıştay'a dava açtım. İçimde hep davayı kazanma, geri dönme umudu vardı. O nedenle bir kulağımı hep oraya vermiştim. Hem nasıl unutabilirdim Alaşehir'i?.. İlk göz ağrım, ilk öğretmenliğe başladığım yerdi orası. Üstelik kızım Devrim de 1 Şubat 1968'de orada doğmuştu. Hiç unutmuyorum, öğrencilerim de çok sevmişti Devrim adını.

            Ankara'ya doğru yaklaşırken otellerde yer kalmadığını duyduk. Biz de Polatlı'da Gordion Oteli'nde kaldık. Ertesi gün sabah Polatlı'dan çıkıp Ankara'nın yolunu tuttuk. Daha sonra Tandoğan Alanı'nda insan seli içinde bulduk kendimizi. Saat dokuza doğru da alandan sessizlik içinde Anıtkabir'e aktık. O sırada yürüyüşe katılan büyük öğretmen kitlesinin ne başı görünüyordu ne de sonu... Herkes umutla, heyecanla, gururla yürüyordu. Anıtkabir'e sığmamıştık. Düzenleme kurulu, Anıtkabir özel defterine şunları yazdı: "Huzurunda bulunan biz devrimci Türk öğretmenleri, ulusumuzu geri kalmışlıktan kurtarmak için var gücümüzle çalışacağız. Halkımızı dış ve iç sömürüden kurtaracağız.  Ülkemizi senin gösterdiğin yönden  üretim ve yönetim aşamalarına ulaştıracağız. Bütün karşı güçlere rağmen tarihsel görevimizi başarıyla yapacağımıza ant içeriz."

            Anıtkabir'deki törenden sonra yeniden Tandoğan Alanı'na döndük. Gruplar, flamalarıyla yerleşme düzenine göre alanda yerlerini almıştı. Yürüyüşe destek veren dernekler, sendikalar, kuruluşlar da yerlerine geçmişti. Bunların arasında 27 Mayıs Millî Devrim Derneği vardı... Sonra Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK), Türkiye Millî Gençlik Teşkilatı (TMGT), Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) vardı... Ayrıca bütün fakültelerin öğrenci birlikleri de katılmıştı. Elbette Ankara halkı da yalnız bırakmamıştı öğretmenleri. Böylece alan dolup taşmış, kırk bini geçmişti katılanların sayısı. Belki de Tandoğan Alanı böyle büyük, böyle anlamlı bir kalabalık görmemişti o güne dek. Kırk bin kişi hep bir ağızdan İstiklal Marşı söyledik. Yer gök inledi. Daha sonra saygı duruşunda bulunduk Başöğretmen Atatürk için, unutulmaz Millî Eğitim Bakanları Mustafa Necati için, Saffet Arıkan için, Hasan Ali Yücel için, büyük eğitimci İsmail Hakkı Tonguç için... 

            Konuşma için kürsüye ilk önce Yürüyüş Düzenleme Kurulu Başkanı Tabii Senatör Mucip Ataklı  çağrıldı. Mucip Ataklı, "Milletçe en büyük derdimizi dile getirmek için burada toplandık." diye başladı söze: "Kalkınmanın temeli eğitimdir, eğitimi de öğretmen yapar.  Halbuki bizde baskılar nedeniyle eğitim ulusallıktan ve çağdaş olma niteliğinden uzaklaşmıştır..." O sırada insanlar heyecanlandı, alan dalgalandı. "Halka dönük eğitim!.." diye hep bir ağızdan haykırdık. Sonra sesler daha da yükseldi: "Üretim için eğitim!.. Devrim için eğitim!.." Tabii Senatör Mucip Ataklı, sözünü şöyle sürdürdü: "İktidar, laik eğitimden çok, ümmetçi eğitime önem vermektedir. Böyle bir eğitim sistemi, bu memleketi geri kalmışlıktan asla kurtaramaz. Ulusal çıkarlar için mücadele eden öğretmenlerimize karşı girişilen baskı ve sindirmeye son verilmeli, öğretmen kıyımı durdurulmalıdır. "

            TÖS Genel Başkanı Fakir Baykurt kürsüye geldiğindeyse alandaki heyecan artık iyice yükselmişti. Kırk bin insan tek yürek olduk, "Bağımsız Türkiye!.. Bağımsız Türkiye!.." diye hep bir ağızdan haykırdık. Haykırışımız dalga dalga yayılmıştı. Sık sık dile getirilen özlem çığlığı, bir kez daha sarsmıştı koca alanı: "Halka dönük eğitim!.. Halka dönük eğitim!.." Fakir Baykurt, "Bizim yürümemizden, konuşmamızdan değil," diye başladı konuşmaya: "asıl halkın uyanmasından korkuyorlar. Öğretmen kıyımının ve şu yürüyüşe gelmek için bile üzerimize yöneltilen baskıların asıl nedeni budur." Alanı dolduran kalabalıkla sohbet eder gibi konuşuyordu Fakir Baykurt: "Tandoğan Alanı, Atatürk'ün yanı başında. Bu sabah Atatürk'e uğradık. Şimdi de buraya geldik. İçimiz dert dolu... Burada derdimizi döktükten sonra yürüyerek Kurtuluş'a, Cemal Gürsel Alanı'na gideceğiz. Buradan yürüyeceğiz. Sokaklar aşınmayacak. Biliyoruz. Ama aşınacak yüzleri kaldıysa öğretmeni hor görenlerin, ona baskı yapanların suratları aşınacak..."

            O yıllarda okullarımıza Amerikan yardımı süt tozu dağıtılıyordu. Yine ülkemizde "barış gönüllüleri" adı altında Amerikalılar cirit atıyordu. TÖS Genel Başkanı Fakir Baykurt, bu duruma karşı çıktığımızı duyurdu Tandoğan Alanı'ndan: "Eğitimde yabancı akıl, yabancı tahıl istemiyoruz. Türk eğitimini bozan yabancı uzmanları istemiyoruz..." Ardından da şöyle seslendi kalabalığa: "Onun için hep beraber haykıralım, iyi işitsinler: "Yabancı uzmanları istemiyoruz!.."

            Evet, biz de gönülden haykırdık: "Yabancı uzmanları istemiyoruz!.."

            Fakir Baykurt, bu kez de sözü eğitimdeki eşitsizliğe getirdi: "Aynı devlet babanın, aynı anayasanın çocuklarına doğuda başka türlü,  batıda başka türlü, köyde başka türlü, kentte başka türlü davranılıyor. Olanaklarımızın kardeşçe paylaştırıldığı bir eğitim istiyoruz." Bu eşitsizliği de basit bir örnekle anlattı: "Evinizde beş çocuğunuz var. Bayramda birine palto pabuç aldınız, ötekilerin eline de birer şıngırdak verip susturmak istiyorsunuz, susarlar mı? O evde kıyamet kopar!.." Sonra yürekten çağrıda bulundu: "Şimdi işitsinler diye hep birlikte haykıralım: Eğitimde eşitlik istiyoruz!.."

            Elbette susmadık, biz de haykırdık: "Eğitimde eşitlik istiyoruz!.."

            Genel Başkan Fakir Baykurt, ekonomik sorunlarımızdan da söz etti: "Öğretmenlerimiz boğazlarına kadar borç içindedir. Mesleklerini bırakıp Almanya'ya, Belçika'ya işçi gidiyorlar. Taksi, dolmuş şoförlüğü yapıyorlar. Özel dersanelerde ders veriyorlar. Bir koyundan kaç post çıkar? Biz bu duruma çok üzülüyoruz. Biz büyükelçi maaşı istemiyoruz, adil ücret istiyoruz!.." Ekonomik sorunlarımızı Tandoğan Alanı'ndan böyle ortaya koydu Fakir Baykurt: "İşitsinler diye hep beraber haykıralım: Adil ücret istiyoruz!.."

            Biz de haykırdık can alıcı sorunumuzu: "Adil ücret istiyoruz!.."

            Bozuk eğitim sistemi, öğretmenleri politikacıların eline düşürmüştü. O yüzden çok baskı görüyor, çok haksızlığa uğruyorduk. TÖS Genel Başkanı Fakir Baykurt, bu derdimizi de dile getirdi: "Bugünkü eğitim sisteminde öğretmen baskı altındadır. Biz objektif yönetim istiyoruz. Disiplin kurullarında, il meclislerinde, bakanlıkta bizi particiler cezalandırmasın. Yönetimde bizim de temsilcilerimiz bulunsun. Tek yanlı yönetim istemiyoruz!.." Bu çığlığımızı topluma duyurmak istiyordu Fakir Baykurt: "Onun için hep birlikte bir daha haykıralım: Adil yönetim istiyoruz! Yönetimde yer istiyoruz!.."

İnsanca çığlığımızı biz de hep birlikte daha gür bir sesle yineledik: "Adil yönetim istiyoruz! Yönetimde yer istiyoruz!.."

            Sendika Genel Başkanı Fakir Baykurt, eğitim sistemini bütün yönleriyle anlatıyordu. Bu arada sözü, iktidarların uykusunu kaçıracak bir konuya getirdi: "624 sayılı Sendika Kanunu Anayasa'ya ve çağdaş bilime aykırıdır. Bu yasanın değişmesini istiyoruz. Yirminci yüzyılın sonlarında grevsiz görev olmaz. Grev çalışan herkesin hakkıdır..." Fakir Baykurt'un şu sözü, Tandoğan Alanı'ndaki kalabalığı bir kere daha ayağa kaldırdı: "Öyleyse hep birlikte haykıralım: Grev hakkını mutlaka alacağız!.."

            Biz de kırk bin yürek bir olduk gürledik: "Grev hakkını mutlaka alacağız!.."

            Genel Başkan Fakir Baykurt, Tandoğan Alanı'nda dertlerimizi böyle birer birer sayıp döktü. Saatlerce konuştu ama hiç yorulmak bilmedi: "Bir büyük, bir ulusal, bir kutsal yolda yürüyoruz. İşimizi daha iyi, daha tam yapacağız. Atatürk ve Anayasa rehberimiz. Türk halkı desteğimizdir. Türk halkıyla her zaman el ele olacağız..." Fakir Baykurt, şu sözleriyle kalabalığı bir kere daha dalgalandırdı: "Hep birlikte bir sefer daha bağıralım: Halkla öğretmen el ele!.. Halkla öğretmen yan yana, can cana!.."

            Biz de kırk bin yürek, topluca haykırdık: "Halkla öğretmen el ele!.. Halkla öğretmen yan yana, can cana!.."

            Konuşmalar bittikten sonra sıra yürüyüşe gelmişti. Sendika şubeleri, harf sırasına göre yerlerini aldı. Bayraklar öne geçti, Başöğretmen Atatürk resmi öne geçti... Hemen arkasında da TÖS Genel Başkanı Fakir Baykurt'la İkinci Başkan İ. Safa Güner vardı. Yanlarında ise Tabii Senatörler Mucip Ataklı, Haydar Tunçkanat, Suphi Karaman, Sami Küçük bulunuyordu. Flamalar, pankartlar da çoktan açılmıştı. 

            Yürüyüşe katılan sendika şubeleri, beyaz bez üzerine iyi okunacak biçimde flamalarını hazırlayıp getirmişti. Herkes kendi flaması altında toplandı. Bizim "Alaşehir Öğretmenleri" flamasını Ahmet Tasar'la Bayboz Kubilay taşıdılar. Mehmet Kaptan'a ise bir döviz düştü. O dövizi ben hiç unutmadım; o zamandan beri belleğimden silinmedi. İşte o yalın, doğal, sıradan döviz: Yerli Ürün Tarhana.

            Yürüyüşte Malatya öğretmenleri de şu dövizi taşıyorlardı: "Hak dedik, hukuk dedik! Validen tokat yedik!" Orada Diyarbakır'dan okul arkadaşım Sivaslı Hasan Başyurt'u gördüm, yine okul arkadaşım Malatya Akçadağlı Hüseyin Çolak'ı gördüm. Üçümüz de çok mutlu olduk. Neden mutlu olduk?.. Yüreklerimiz aynı kavga için çarpıyordu çünkü.

            Bütün şubeler, dövizler hazırlamıştı. O dövizlerden kimileri hep aklıma geliyor: 

            " Örgütümüz sarı değil, bu yürüyen sürü değil!"

            "Pazarda biber tuz, öğretmen daha ucuz!"

            "Bu maaşla kepek yesen yetmez!"

            "Danıştay'a ne zaman kıyacaksınız?"

            Tandoğan Alanı'ndan biraz uzaklaşmıştık, bir ara merak edip kaldırıma çıktım.  Sonra geri dönüp şöyle bir göz attım dalga dalga akan insanlara: Yürüyüşün başı Samanpazarı'nı bulmuştu, arkası ise daha istasyondan kopmamıştı. O sırada orta yaşlı bir foto muhabiri, elini gözüne siper etmiş, öylece bakıyordu. "Doğrusu," diye mırıldandı,"Ankara böyle kalabalık hiç görmedi!.." Samanpazarı'nı aştıktan sonra Dikimevi'ne doğru uzandık. Yol boyunca insanlar kaldırımlarda toplanmış, yürekten alkışlıyorlardı. Alkışlar arasında Dikimevi'nden Cebeci yoluyla Cemal Gürsel Alanı'na ulaştık.  

            Kurtuluş'taki alan tıklım tıklım dolmuştu. Yine bayraklar dikilmiş, pankartlar yükselmişti. Tandoğan'da başlayan heyecan dalgası, saatler sonra hâlâ dinmek bilmiyordu. Gençler ise alanı dolduran öğretmenlerle nasıl da gurur duyuyorlardı!.. Yumruklarını sıkmışlar, "Bağımsız Türkiye!..", "Kahrolsun Amerika!.." diye haykırıyorlardı. Burada kapanış konuşmasını TÖS İkinci Başkanı İ. Safa Güner yaptı. "Büyük Eğitim Yürüyüşü'nün sonuna geldik." dedi. "Söylenecek her söz söylendi. Buradan dağılıp görevlerinizin başına gideceksiniz. Şehirlerde, köylerde, yaylalardaki çadırlarında oturan vatandaşlara bu yürüyüşü anlatacaksınız. Yürüyüşünüz kutlu olsun!.."

            Cemal Gürsel Alanı'nda iğne atsan yere düşmeyecekti. Yurdun dört bir yanından koşup gelmiştik, şimdi yüzlerimiz gülüyordu burada. Çünkü bütün baskılara karşın gerçekleştirmiştik bu yürüyüşü. Sonra Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü'nün ilk müdürü, ünlü eğitimci Hürrem Arman çıktı kürsüye, ant içirdi on binlere: "Devrimci Türk öğretmeni olarak / Ulusumuzu / Geri kalmışlıktan kurtarmak için / Hep birlikte / Var gücümüzle çalışacaığız. / Halkımızı, iç ve dış sömürüden kurtaracağız. / Ülkemizi Atatürk'ün gösterdiği yönde, / İleri üretim ve yönetim aşamalarına ulaştıracağız. / Bütün karşı güçlere rağmen, tarihsel görevimizi / Başarıyla yapacağımıza ant içeriz!"

            O gün Osman Tanyü'nün on üç yaşındaki oğlu Necati de yürüyüşten hiç kopmadı. Böyle büyük bir yürüyüşe çocuk gözüyle tanık oldu. Daha sonraları ise hayatın içinde koştururken babasından aldığı köy enstitüsü ruhuyla evinde bir kitaplık kurdu. Şimdi altmış iki yaşındaki adam, "Bir huy var bende." diye şöyle anlatıyor: "Okuduğum kitapları atmadım. Onları sakladım. Kitaplığımda on sekiz bin kitap var..." Köy enstitülü yazarlara ise özel bir yer ayırmıştı kitaplığında: Fakir Baykurt'un, Mahmut Makal'ın, Talip Apaydın'ın, Mehmet Başaran'ın kitaplarını raflara sıra sıra yerleştirmişti. Hatta yaşayan köy estitülü yazarlarla ilişkiler kuruyordu. Bu arada şunu da belirtmeden geçemedi: "Gazeteleri, dergileri de atmadım. Antikacılıktan gelen alışkanlık işte!.. Gazeteler o günkü tozuyla duruyor. Ayrıca çok fotoğraf var elimde. Onları da saklıyorum..."  

            Doksan iki yıllık koca çınarın ardından, "Babam," dedi Necati Tanyü, "mücadeleci bir adamdı. Kendine göre mücadele eden bir adamdı..." O yıllarda Alaşehir'de ırkçı görüşleriyle tanınmış bir terzi, Osman Tanyü'ye gözdağı vermeye kalkmıştı. O zaman on üç yaşındaki çocuk, bu olayı belleğine kazımıştı: "Babam TÖS'ün başkanı olduğunda evimiz taşlandı. Camlarımız kırıldı. Ben hatırlıyorum. Ertesi gün Yeşilyurt'tan elli altmış adam geldi. O elli altmış adam, sabaha kadar Alaşehir'de bizim evin çevresinde nöbet tuttu. Babama sahip çıktılar. Babamın öyle yalnız olmadığını gösterdiler..."

            Evet, Kızılçullu Köy Enstitüsü'nden böyle bir çınar devrildi. Doksan iki yıllık bu koca çınar, beni çok gerilere götürdü, çok duygulandırdı. Eski bir dostu olarak ben de onu alıp birlikte şöyle bir yolculuk eyledik evvel zaman içinde.

 

BİTTİ

YAZARIN DİĞER YAZILARI