Savaş Rüzgârı Ayrılık Getirdi

Savaş Rüzgârı Ayrılık Getirdi

 

            1937 yılında hafiften savaş rüzgârları esmeye başlamıştı dünyada. Herkes gelecekten kaygı duyuyordu. Savaş çıkarsa o kanlı çatışmanın nasıl biteceğini kimse kestiremiyordu.  İşte o zamanlar Komintern bir karar aldı: Moskova’da eğitim görmüş herkes kendi ülkesine dönecekti. Artık  herkes kendi ülkesinde çalışacaktı.

            Kimlerdi bu insanlar?..

            Yugoslavya’dan Josip Broz Tito vardı. Kırk beş yaşındaki bu siyaset adamının ileride devlet başkanı olacağı kimin aklına gelir di?.. Bu arada Komintern’de top sakalıyla dikkat çeken, sevimli bir halk önderi vardı: Ho Şi Minh... O zamanlar kırk yedi yaşındaki bu adam da memleketi için Moskova’da büyük düşler kuruyordu. Sonraki yıllarda Vietnam bağımsızlık hareketinin önderi olmuş, Amerika’ya kök söktürmüştü.

            Başka kimler vardı?..

            Kırk dört yaşında Palmiro Togliatti vardı, İtalyan Komünist Partisi Başkanı...  O da siyasete ömrünü verecekti memleketinde. Daha sonraları ise şair Ahmed Arif’in dizelerinde de boy gösterecekti:

            “Palmiro, Palmiro şanlı işçi

            Sıcak yaralarındaki barut kokusu

            Kesik, anaların sütü

            Ve kaçmıştır bebelerin uykusu

            Korku katedrallerinde yarımadanın

            Gün görmüş meydanları Roma’nın

            Bizimledir”.

            Bu arada Georgi Mihayloviç Dimitrov’u da kimse unutamıyordu. Komintern’de. Elli beş yaşındaki Bulgar siyasetçi, savaşımdan hiç geri kalmamış; sonra da memleketinde sosyalist sistemin kurucusu olmuştu yıllar sonra. Elbette Alman Komünist Partisi Sekreteri Wilhelm Piek de hep göze çarpıyordu. O yıllarda altmış bir yaşında, Komintern’de en yaşlı siyaset adamı olarak biliniyordu. Ne var ki yaşlı da olsa bu işlerden elini ayağını kesmemişti daha. Sonraki yıllarda Doğu Almanya’nın ilk devlet başkanı oldu.

            Ya Türkiye’den gitmiş Nail Vahdeti?.. O henüz çok gençti, böyle ünlü siyaset adamlarının yanında çömez sayılırdı. Evet, çömezdi ama öyle yabana da atılacak biri değildi hani!.. Genç yaşta partide güvenilir bir adam olmuştu. Savaş rüzgârlarının estiği o dönemde memleketinde görevler düşecekti bu genç adama da. Komintern’nin kararlarından aklında kalanları şöyle anlatıyor Nail Çakırhan: “Herkes kendi ülkesinde birleşik cepheler oluşturacaktı. Yazı yazabilen yazı yazacak, gazete ya da dergi çıkarabilen çıkaracak, konuşma yapabilen konuşacaktı...” Komintern’de daha çok Tito’yu görmüştü. Bu siyaset adamının bir sözünü hiç unutmuyordu: “Tito, ‘Artık buradan ayrılmalıyız.’ dedi. ‘Günlerimize yazık oluyor. İkinci Dünya Savaşı başlamak üzere. Memleketlerimizin kaderi bize bağlı.’ Herkes böyle bir şeyler yapmak için çalışıyordu...”

            İşte böyle karar almıştı Komintern!.. O karar bir buyruktu; kim karşı çıkabilirdi o buyruğa?.. Siyasi sığınmacı genç adam, karara uymak istemeyen bir Türk arkadaşının başına gelenleri iyi biliyordu: “Bu kararı Şükrü’ye de söylüyorlar. Şükrü kaçıyor. Moskova yakınlarında bir yerde gizleniyor. Oraya polis geliyor. Polisleri görünce oradan da kaçıyor. Sonra Komintern’e geliyor, Laz İsmail’i buluyor. ‘Ben memlekete gitmek istemiyorum.’ diyor. İsmail, ‘Ben bir şey yapamam.’ diyor. Sonra Şükrü’yü Sibirya’ya sürgüne yolluyorlar. Orada belki yirmi sene kalıyor...”

            Nikolay Georgiyeviç, kendine Moskova’da yeni bir hayat kurmuştu, mutluydu. Doğrusunu söylemek gerekirse, o da gitmek istemiyordu memlekete. Ne var ki  bu durumu kafasında değerlendirince siyasi sorumluluk ağır basıyordu. Genç adam, işin içinden çıkamayınca ertesi gün karısını da götürdü Komintern merkezine. Orada karnı burnunda kadın da çıktı gizli servisteki adamın karşısına. Adam, “Kocanızı görevli olarak göndereceğiz.” diye söyleyince donup kalmıştı genç kadın: Kocası nereye gidiyordu?.. O daha sormadan karşılığını aldı: “Nereye olduğunu biz de bilmiyoruz...” O sırada karnı burnunda kadıncağız ağlamaya başlamıştı. Adamın ise umrunda değildi; soğuk, ilgisiz, sert bir ses tonuyla şu sözler döküldü ağzından: “Hiç üzülmeyin!.. Herkes görevli olarak bir yere gider, sonra yine gelir. Yakında yine kavuşursunuz.” Gizli servisteki adam, kadının yüzüne bile bakmadı: “Çocuk meselesini düşünmeyin. Komintern olarak çocukla biz ilgileneceğiz... Biz bakarız, merak etmeyin... İş sahibi yaparız...” Karnı burnunda kadın karşı çıktı: “Ben çocuğumu kimseye vermem!..” Asık suratlı adam ise sözü daha fazla uzatmak istemedi: “Peki,” dedi, “biz size çocuğunuz iş sahibi oluncaya kadar gereken yardımı yaparız...” Sonra da Nikolay’a buyruk verdi: “Bir yere gitmeyin... Belki bu akşam yola çıkarsınız...”

            Genç kadın aslında boşuna kızıyordu asık suratlı adama; o da bir buyruğu yerine getiriyordu çünkü. Asıl yetki parti sekreteri Ferdi (Doktor Şefik Hüsnü) yoldaşın elinde bulunuyordu. O, kocaman GİZLİ başlığı altında rapora uzun uzun yazmıştı. İşte o rapor da Nikolay Georgiyeviç YANİ’nin dosyasına geçmişti: “YANİ, gerekli bir kadro elemanıdır. Ülkesine gönderilmesi gereklidir. Orada kendisinden tarafımızca yararlanılabilir.”

            Tarihe “İkinci Dünya Savaşı” olarak geçecek bu savaş, daha başlamadan önce genç kadını 1937 Nisanında kocasından koparıp atmıştı. Artık dönüşü yoktu, politik sığınmacı Nikolay yeniden geldiği yere, memlekete dönecekti. O sırada yirmi üç yaşındaki genç kadın ise bu olup bitenlerden habersiz, yalnızca karnındaki yedi aylık çocuğunu düşünüyordu. Bir ara kocasının yüzüne baktı şaşkın şaşkın. “Beni bırakıp nereye gidiyorsun sen?.. Ne zaman döneceksin?..” diye sormak istedi, soramadı. Politik sığınmacı adamın da dili varmadı bu durumu açıklamaya. Sonra Komintern’den çıkıp tramvaya kadar yürüdüler birlikte...

            İstasyonda karısıyla vedalaştı Nikolay Georgiyeviç. Belki de bir rüya burada bitiyordu. Artık herkes kendine yeni bir yol çizecekti belki de. Genç adam, gözleri yaşlarla dolu karısına son kez sarıldı. Son kez haykırdı içindeki ayrılık acısını:

 

            KIZIM benim,

            Acısı tatlılardan tatlı

                                       sızım benim.

            Dinle beni,

            ben seni,

                     develerin değil,

                            devecilerin sabrıyla bekliyorum.

            Diyorum:

            - Acıdır,

                         güçtür ama,

                            Aldırma.

            Yaz gelir, bahar gelir,

                                    kıştır geçer.

            Aylar, yıllar gelir,

                                 dünya böyle bir akıştır, geçer...

 

            O akşam Moskova’da Komintern evinde kaldı Nikolay. Orada KUTV’da okurken tanıştığı Çinli kızla karşılaştı. Akşam yemeğinde Çinli kıza, “Ben memlekete gidiyorum.” dedi. Çinli kız da, “Bizim orada küçük bir cumhuriyet var.” diye atıldı: “Siz onlara çok benziyorsunuz. Sizi almak için Komintern’e çok söyledik...”  Genç adam şaka yollu güldü: “İyi olurdu. O memleketi kurtarırdık hep birlikte. Bu arada Çince öğrenirdim senden de...” Çinli kız da güldü: “Evet, şaka değil!.. Çok söyledik ama vermediler...” Nikolay’ın “Neden vermemişler?” sorusuna ise Çinli kız üzülerek karşılık verdi: “Komintern,” dedi, “Komintern kabul etmedi. ‘O yoldaş bize lazım.’ dediler. Başka da bir şey söylemediler.” 

            O gece genç adamın uyku girmedi gözüne. Hep karnı burnunda karısını düşündü. Ertesi sabah erkenden istasyona geldi. Orada beklerken hüzünlendi: Ayrılırken kucaklaşacağı, sarılacağı, trenden el sallayacağı kimsecikler yoktu. Sonra kolunu trende pencereye dayadı: “Hoşça kal Moskova!..” dedi, “Hoşça kal Moskova!.. Bir gün olur, yine dönerim sana...” O sırada yine dizeler dolandı diline:

 

            Yürüyorum:

                       saat on,

                            istasyon;

                      uçuyor tren,

                      hudutsuz bir ova,

                                    Moskova

                                             uzakta.

Bir kadın duruyor 

                            ayakta;

gözleri mavi gökyüzlerinin eşi,

             vuruyor

             saat beşi;

     güneş batmada, 

                    SENİ  hatırlatmada...

 

            Sonra uzaklarda kaldı Moskova... Gidiyordu tren... Uçsuz bucaksız Sovyet toprakları bitmek bilmiyordu... Bu uzun yolculuk boyunca bazı kentler yer etti genç adamın kafasında: “Harkov’dan geçtik, Kiev’den geçtik, Odesa’ya geldik...” Odesa’da iki gün bir otelde kalmışlardı. Otelde Yunanistan göçmeni, İstanbul’da bir fabrikada çalışan tütün işçisi Zehra Kosova’yla Moskova’da evlendiği kocası İskender’le karşılaştı. Yine orada Hasan Âli Ediz’in kız kardeşiyle kocasını gördü. Onlar da KUTV’da eğitim görmüşlerdi. Onlar da şimdi yurda dönüyorlardı. Bir ara üniformalı biri otele gelmiş, “Seni istiyorlar.” demişti Nikolay’a. O sırada genç adamın içinde bir umut belirmişti yeniden: Moskova’da kalacak mıydı yoksa?.. Sonra üniformalı adam önde, o arkada, gitmişlerdi çağrılan yere: “Büyük, çok ışıklı bir odaya girdik. Ortada bir masa, iri yarı bir gümrük albayı bir adam duruyor. Işık çok parladığı için İsmail’i önce fark etmedim. İsmail geldi. Hemen beni kucakladı. Biz Türkçe konuşurken albay dikkatlice dinliyor. Yarım saat görüştük, çay içtik. İsmail, ‘Ben Moskova’ya gidiyorum.’ dedi. Sonra gitti...”

            Genç adamın umutları bir kez daha boşa çıkmıştı ne yazık ki!.. Kendini partiye adamış politik sığınmacı, bakakalmıştı Laz İsmail’in ardından. Sonra sabaha karşı Odesa’dan yolculuk başladı. “Bir takaya bindik.” diye şöyle anlatıyor dönüş hikâyesini Nail Vahdeti: “Geniş bir tur attı motor. Takada öyle kamara falan yok... Ambar gibi bir yer vardı, oraya girdim. Ambarda yatak gibi bir şey seriliydi. Onun üzerine uzandım. Kafamı da battaniyeye çektim. ‘Ne olursa olsun, artık gidiyoruz.’ diye düşündüm.”

            Takanın içinde herkes tedirgin, kaygılı, heyecanlı görünüyordu. Kimse pek konuşmak istemiyordu. Sonra birden fırtına çıkmış, deniz kudurmuştu. Motor bir o yana yatıyor, bir bu yana yatıyordu. Herkesin yüreği ağzına gelmişti. Yaşlı kaptan ise dümene sarılmış,  emektar motoruyla suları yara yara yol alıyordu İstanbul’a doğru. Bu arada yurda dönen siyasi sığınmacıları daha önceden uyarmışlardı Moskova’da: İstanbul’da kimse birlikte görünmeyecekti... Kimse evine gitmeyecekti... Kimsenin üstünde kimliği de yoktu...

            Memlekete dönen genç adam, denizde beşik gibi sallanan motorda değildi sanki. O günlerdir bir dertle boğuşuyordu: Ayrılık ateşi. Deniz kudurmuş, deniz çarşaf gibi olmuş, hiç umrunda değildi doğrusu. O sadece karnı burnunda kadını düşünüyordu, karısı Taisa’yı düşünüyordu. Vedalaştıkları günden beri hiç aklından çıkmıyor, hiç gözünün önünden gitmiyordu karısı:

 

            Uçuyor tren,

            uykusuz gecelerimin,

                           uykusuz uykularında,

                          Karadeniz’in kara sularında

                                                                  SEN...

            Vuruyor saat beşi...

            Ben,

                 sensiz bu ömrü taşıyabilir miyim hiç!

Ben ayrı yaşayabilir miyim hiç,

                     gözleri mavi gökyüzlerinin eşi

                                                           karımdan.

 

Büyük, derin yaram,

                           adın gibi,

                           tadın gibi

                                           düşmüyor sigaram

                                                              dudaklarımdan...

 

            Daha sonra deniz çarşaf gibi olmuştu; artık o azgınlığı, o öfkesi geçmişti. Bu arada fırtınadan motor da kurtulmuş, süzüle süzüle yol alıyordu. Şair Nail V. ise takada hep diken üstündeydi. Ayrılık acısı yetmiyormuş gibi, bir de kafasını kurcalayan bir dertle boğuşuyordu çünkü. Neydi o derdi?.. Beş politik sığınmacı bir kaptanın eline düşmüştü. Hepsinin yazgısı bu adama bağlıydı takada. Saç sakalı denizde ağartmış kaptan, ister sağ salim götürür isterse Karadeniz’in sularına atardı onları. Hatta arada eline mavzeri alıyor, yunus balığı avlamaya başlıyordu. Usta kaptan, mavzeri elinde oyuncak gibi bir o yana, bir bu yana gezdirirken gez göz arpacığa politik sığınmacılar da giriyordu arada. O sırada şair Nail Vahdeti’nin denizde öldürülmek korkusu düşüyordu aklına nedense. Belki de Karadeniz’de yıllar önce öldürülen Mustafa Suphi’yle arkadaşlarını anımsıyordu. Bu korkunç olayı düşününce tüyleri diken diken oluyordu: “Adam şimdi mavzeri bize doğrultsa ne olacak?.. Ya bizi de yunus balıkları gibi avlarsa?..” Sonra yine Moskova’ya dönüyor, istasyonda karısıyla vedalaşmaları geliyordu gözünün önüne:

 

            Uzakta, 

                      bir saat sesi. 

Kremlin’in saat kulesi, 

                       beşi vuruyor. 

Tramvay durak yeri.

Bir kadın duruyor 

                           ayakta.

İri yaşlarla dolu, 

                 gözleri.

Elinde tek

        bir demet çiçek:

                        SENİ görüyorum.

 

            Moskova’da eğitim görmüş bu insanları öyle pisi pisine ölüme göndermek olur muydu?.. İşte partinin adamlarından Laz İsmail, her olasılığı günler öncesinden düşünmüş, önlemini de almıştı: Zehra’nın kocasına bir tabanca vermişti. “İnsanoğlu bu!..” demişti, “Hiç belli  olmaz, şeytana uyabilir kaptan!.. Başınız sıkışırsa adamı vur...” İskender de geceleri uyumuyor, hiç belli etmeden eli tetikte nöbet tutuyordu. Arada o da karşılık veriyordu: Doğrultuyordu tabancasını denize, ateş ediyordu zevk için... Bu yolla kaptanı uyarıyordu kendince. Oysa kaptanın da bir bildiği vardı: Kuşku uyandırmamak için balık avına çıkmış görüntüsü veriyordu.

            Serüven dolu yolculuk dört gün sürdü. Sonunda İstanbul Boğazı görünmüştü. Bir süre sonra da kaptan Boğaz’a girdi. O sırada bir motor duruyordu uzakta. Kaçak yollardan yurda dönen politik sığınmacılar ise görünmemek için hemen ambara inmişlerdi. Motordan biri, “Mal var mı, mal var mı?” diye bağırmıştı. Bu arada Zehra’nın kocası, hemen tabancaya sarılıp namlusunu kaptana doğrulttu: “Sakın ha!..” dedi, “Bir kalleşlik edersen hiç acımam vallahi!.. Sonra balıklara yem olursun...” Önce herkes korkmuştu, sonra herkes derin bir soluk aldı. Yaşlı kaptan, “Hayır!.. Yok yok!..” diye bağırdı, sonra gülümseyerek elindeki yunus balıklarını gösterdi: “İşte yalnız bunlar var!.. İki tane yunus balığı var...”

            Yirmi yedi yaşındaki genç adam, 1937 Mayısında yeniden yurduna dönüyordu. Yıllar önce kaçak yollardan gitmiş, yine kaçak dönüyordu. Rumelihisarı’nda iskelede inip Bebek’e doğru yöneldi. Genç adamın aklı ise Moskova’da, karısı Taisa’da kalmıştı... Yol boyunca yürürken dilinden hiç düşürmedi karısının adını:

 

İnan ki TAİSA’m

                 bir akşam, 

    biner sırtına rüzgârın, 

ve kafama sivri, keçe bir külah geçirip, 

             cin gibi bir cin kıyafetine girip

           aşarım da başından hudutların

                                               ulaşırım sana.

Kalbimi küllenmiş bir kor değil,

                  tutuşan bir dağ gibi 

                              kara sevda gibi 

                                           taşırım sana..

Sen  benim;

       kafamda, kalbimde, kanımda, 

                                            canımda, 

                                                  sinirlerimdesin.

Sen benim;

        sözümde,

        gözümde,

                 her yerimdesin...

Vuruyor saat beşi,

                   uçuyor tren.

 

BİTTİ

YAZARIN DİĞER YAZILARI