UĞURLAR OLA ŞADAN GÖKOVALI

UĞURLAR OLA ŞADAN GÖKOVALI

[email protected]

 

            Şadan Gökovalı adı 1970'lerde yer etmişti belleğimde. İlk şiir kitabım Yüzyirmi Sokak (1967) çıktığında Demokrat İzmir gazetesinde bir yazı yazdı. Şiir süzgecinden geçirdiği yazısıyla o zamanlar genç bir şair olarak beni çok sevindirdi.  

            1965'te Yılın Gazetecisi Ödülü'nü almıştı. Aynı yıl profesyonel turizm rehberi olmuştu. TRT'de birçok programa yapımcı olarak imza atıyordu. Yine o yıllarda TDK'nin Radyo - Televizyon Dil Ödülü'nü de koymuştu başarıları arasına. İşte böyle usta bir kalemin şu sözlerinden nasıl gurur duymazdı insan?

            "Anlayamadım: Necati Yıldırım, yılmaz bir şiir işçisi mi, yoksa duyuşu mu çok güçlü?.. Her dizesiyle Anadolu'yu tanıyıp sevdiğini, Türkçenin de ustalarından olduğunu haykırıyor. İçten, gerçekçi ve izlenimci. Gerçekleri anlatmıyor da heykelini yontuyor, resmini çiziyor sanki."

            Bu arada yıllar su gibi akıp gidiyordu. 1977'de İzmir'e geldik. Agora'da Kemal Atatürk İlkokulunda öğretmen, şair Arif Karakoç'la tanıştık. Aslında Uşak'ın Ulubey ilçesine bağlı Hasköy'denmiş. Sonra Muğla'nın Bayır köyünden Gül Hanım'la evlenince artık kendini Muğlalı sayıyordu. Kızı Rukiye bizim okulda, İzmir Ticaret Lisesinde okuyordu. Sık sık görüşüyorduk. Ailecek gidip geliyorduk birbirimize. Bir gün koluma girdi, konuşa konuşa Alsancak'a doğru yürüdük. Bir balık lokantasında şair arkadaşlarıyla buluşacaklarmış. Beni onlarla tanıştırmak istedi.  

            O gün Şadan Gökovalı'yla ilk kez karşılaştık. Kırk yıllık bir dostu gibi yakınlık gösterdi bana. Masamızda şair Aydın Yalkut, şair Çınar Çığ da vardı. Yedik, içtik. Kadehler kaldırdık. Şadan Gökovalı şiirler okudu ezberinden. Öyle ki dağarcığından şiirler fışkırıyordu.  Arada mitolojiye dayalı efsaneler anlattı.           

            Bir gün de Arif Karakoç'la Konak'ta Atatürk Kültür Merkezine gittik. Orada Anadolu uygarlıkları üstüne bir toplantıyı izledik. Toplantı arasında, koridorda ayaküstü konuşurken Şadan Gökovalı'nın aracılığı ile Mitoloji Sözlüğü, Mavi Yolculuk gibi kitapların yazarı Azra Erhat'la bir arada olduk.

            1970'lerde Akyaka'da, Gökova'da cinler top oynardı. Yalnızca denizde  küçük kayıkçı tekneleri göze çarpardı. O balıkçılardan saç sakalı birbirine karışmış, yoksul bir balıkçı dikkatimi çekmişti: Kör Salih. Kıyıda ise Mümin Usta'nın Yeri diye bir gazino vardı. Balıkçılar, tuttukları balıkları bu gazinoya verirlerdi. Ekmek paralarını çıkarmak, yetiyordu bu deniz adamlarına. O günlerde dört bölümlük uzunca bir şiir yazmıştım. Bu şiir Attila İlhan'ın yayın yönetmeni olduğu Demokrat İzmir gazetesinin sanat sayfasında yayımlandı. Son bölümde Kör Salih'i anlatıyordum:

 

            bir balıkçıdır kör salih

            emeğini boşaltır kıyı gazinosuna denizden

            bir balıkçıdır kör salih

            ucuz bir şarapla unutur yorgunluğunu

            bir balıkçıdır kör salih

            yüzünde eski bir yoksulluğu taşır

 

            Kemeraltı'nda, İkinci Beyler Sokağı'nda yazarların, çizerlerin buluştuğu bir lokanta vardı: Bodrum Lokantası. Bir gün Şadan ağabeyle karşılaştım orada. Sanırım, gazeteci arkadaşlarıyla oturuyordu. Beni görünce ayağa kalktı, boynuma sarıldı: "Şiirini okudum." dedi. Gözlerinin içi gülüyordu: "Kör Salih benim akrabam olur. Yüreğine sağlık." Arkadaşlarına beni şöyle  tanıttı: "Yeğenlerimin hocası!.."

            Şimdi yılını unuttum, bir zaman da Kültürpark'taki İsmet İnönü Kültür Merkezinde şair Hasan Hüseyin Korkmazgil'i anma etkinliğine gitmiştim. Toplantı salonunda, ön sırada Şadan ağabeyi gördüm. Yanında da yaşlıca, gözlüklü bir kadın oturuyordu. Hasan Hüseyin'in karısıymış... Şadan ağabey, beni Azime Korkmazgil'le tanıştırdı. Ağzından yine aynı sözler döküldü: "Yeğenlerimin hocası!.."

            Kimdi yeğenleri?..

            Ablası Sevim Hanım Ula'da oturuyordu. Kocası Nevzat Çel ise taşıyıcılık yapıyordu. Bir kooperatif adı altında Dalaman'daki kâğıt fabrikasından İstanbul'a kamyonuyla kâğıt taşıyordu. Onların çocukları Nevin'le Mehmet'i okuttum ortaokulda. Öbür ablası Durdu Hanım'ın kızları Gülay ile Sunay Gökova kardeşler de öğrencim oldu. Hiç unutmam, bir akrabasını daha okuttum: Kemal (Nüfusta Mehmet) Gökovalı. Şadan ağabeyin babası, Kemal'in dedesiyle kardeşti.

            Son yıllarda ise "Yeğenlerimin hocası" sözüne bir söz daha eklemişti: Kalem erbabı. Kitaplarını, "Kalem erbabı Necati Yıldırım'a sevgiyle." diye imzalardı.

            Şadan Gökovalı, genç bir gazeteciyken Halikarnas Balıkçısı'yla uzun yıllar sürecek bir yakınlık kurmuştu. Sık sık İzmir'in Hatay semtindeki Merhaba Apartmanı'nın yolunu tutardı. Anadolu uygarlıklarına ömrünü vermiş, kendine usta bellediği yazarla ilk karşılaşmalarını şöyle anlatır: 

            "Ege Ekspres gazetesinde çalışmaya başlıyorum, bir gün gazeteye gidiyorum, yolumun üzerinde Sabah Postası gazetesi var. Bir gümbürtü duyunca kulak kesildim, Sabah Postası'nın ikinci katının merdivenlerinden bir adam iniyordu, basamaklara sağlam sağlam basarak.

            O güne kadar Balıkçı'nın hiçbir fotoğrafını görmemiştim. İnen adamı görür görmez, 'Bu Balıkçı olacak' diye düşünerek;

            'Merhaba! Ben Şadan, senin Cova'dan' dedim.

            Balıkçı Baba, 'Ha öyle mi' dedi ve 'gel' diye ekledi. Hemen köşecikteki çay ocağının önünde oturduk. Neler konuştuğumuzu hiç anımsamıyorum."

            Cova, Gökova denince akan sular dururdu. Ağız dolusu, koca bir "Merhaba!.." ile Covalı gence kucak açtı. Genç gazeteci de ona hep yardımcı oldu, bir kere bile savsaklamadı işini. Belgeleri derleyip toparladı, yazıları daktiloya çekti. Halikarnas Balıkçısı da  gönül rahatlğıyla onu manevi oğlu olarak gördü. Ölmeden üç dört ay önce hasta yatarken kızı İsmet'in önünde bir kâğıda şöyle yazdı:

            "Şadan Gökovalı'ya arkadaşım, oğlum desem azdır. Çünkü mevcut insanlar arasında beni sürdürecek - daha doğrusu sürdürmeye en uygun - insan odur. Ölürsem ölüm beni yenememiş olacak. Çünkü Şadan var."

            Evet, Şadan Gökovalı da üstüne düşen sorumluluğu büyük bir titizlikle yerine getirmişti: "Balıkçı 13 Ekim 1973'te öldükten sonra onun bir kitabı yayınlanmadı, ölüm yıldönümlerinde birkaç cılız ses çıktı. Ben, 'Balıkçı ölmekle susacak yazar değildir" başlıklı bir yazı yazdım. O zaman Bilgi Yayınevi'ni yönetmekte olan Attila (İlhan) ağabeyin zorlaması ile duruma el koydum. Aganta Burina Burinata'dan başlayarak -çoğunu Balıkçı'nın bana bıraktığı notlardan, gazete ve dergi kesiklerinden olmak üzere- yirmiyi aşkın eserini Türk kültürüne kazandırdım."

            Halikarnas Balıkçısı'nın kızı İsmet Kabaağaçlı Noonan ise anılarında Şadan Gökovalı'dan övgüyle söz ediyordu: "Zamanla bu usta-çırak ilişkisi öyle boyutlara geldi ki babam Şadan'ı manevi oğlu gibi bağrına bastı. Şadan'ın babam için yaptıkları inkâr edilemez. Yıllarca Merhaba Apartmanı'na düzenli olarak uğrar, kimi zaman babamın dizi dibinde bağdaş kurar, her söyleneni can kulağıyla dinler, not alır; söylenenleri sünger gibi emerdi. Babamın yazdıklarını evinde daktiloya çeker, baskıya hazırlardı. Öyle bir coşkuyla çalıştılar ki yıllar sonra bile Şadan, Balıkçı'yı anma törenlerinde babamın bazı öykülerini ezberden anlatabilecek kadar onunla bütünleşmişti. Babamı kaybettikten otuz yıl sonra bile Şadan, onun ismini yaşatma konusunda özveriyle emek vermeye devam ediyor."

            Şadan Gökovalı, 1959'da Ege Ekspres'te başlamıştı gazeteciliğe. Sonra araştırmacılığı, çalışkanlığı ile başarılar elde etmiş, deneyimler kazanmıştı. Yıllarca yaşadıklarından öğrendiklerini öğretim üyesi olarak üniversitede öğrencileriyle paylaşıyordu. Öğrencilerinden Mustafa Balbay, hocasından şöyle söz eder: "Şadan Hoca aynı zamanda gazetecilerin de gazetecisiydi. Onu 1977 yılında Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde tanıdım. Hocamdı. Meslek büyüğümüzdü, ağabeyimizdi, arkadaşımızdı... Bize sadece sınıfta ders anlatmakla kalmadı. Bergama, Didim, Afrodisias'ı gezdirip yerinde öğretti."

            Kimlerdi bu gazeteciler?..

            Evet, Mustafa Balbay vardı... Yılmaz Özdil vardı... Atilla Sertel vardı... Sonra Hakan Kara vardı... Türey Köse vardı...

            Kültür turizmi denince Şadan Gökovalı akla geliyordu. Neden?.. Bu işlerin ustası Halikarnas Balıkçısı'nın yanında yetişmişti. O yüzden antik kentleri, mitolojide geçen efsaneleri daha iyi başka kim anlatabilirdi? 1980'lerin ortalarındaydı. Bir Turizm Haftası'nda İzmir Ticaret Lisesine geldi. Şadan Hoca, Anadolu'nun binlerce yıllık tarihini şiir gibi anlattı, ete kemiğe büründürdü. Öğretmenler de öğrenciler de büyük bir hayranlıkla dinledi. Sonra konuşmasını Ahmed Arif'in "Anadolu" şiiriyle bitirdi:

           

            Beşikler vermişim Nuh'a

            Salıncaklar, hamaklar

            Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır

            Anadolu'yum ben

            Tanıyor musun

 

            Son yıllarda gırtlak kanserine yakalandığı için konuşma yetisini hemen hemen yitirmişti. Bu yüzden telefondan kısa iletilerle görüşüyorduk. Akıllı telefonlar çıkınca WhatsApp'tan yazışmaya başlamıştık.

            22 Nisan 2020 günü, Ataol Behramoğlu'nun Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan bir şiirini gönderdi. Şiirin kıyısına "İnsanları, ikiye ayırabiliriz: Bu şiiri sevenler / sevmeyenler!" diye bir not düşmüş, altına da imzasını atmıştı.

            9 Mayıs günü bir iletisini daha aldım: "Merhaba Necati. Yazıların bir kitaplık oldu. Toparla, basılmasına yardımcı olmaya çalışayım. Şadan." O akşam karşılıklı yazışmamız biraz sürdü. Saat 23.52'de bir iletisi daha geldi: "Tabii ki Cengiz Bektaş yazını okudum. Bugün gelen Devrim gazetelerinde 'Şimdi Gökova'da Şiir İçme Vakti' ve 'Korona Destanı' şiirlerini de okudum. Yaza az kaldı gibi... Nail ağabeyin kitabı için biraz daha çarpıcı isim ararız. Adam, toprağa şiir yazmıyor ki! Belki "Yapının Şairi", "Taş ile Şiir Yazan Adam" mı demeli? İstersen fikir jimnastiği yaparız. Sevgi."

            12 Mayıs günü yine bir iletisi düştü telefonuma. Nail Çakırhan'ın kitaplarını bir araya koymuş, fotoğrafını çekmişti onların. Altına da isteğini eklemişti: "Necati de yazacak." Ben de şöyle karşılık verdim: "Teşekkür ederim Şadan ağabey. Umarım kitap gün yüzüne çıkar." İki saat sonra bir ileti daha yazdı: "Necati, açık ve acı yazacağım: Senin o 'Kanlı Çoraplar' tefrikan pek iç açıcı değildi. Ben olsam o yazıyı kitaba almam; olmaz ise özet veririm."

              Ertesi gün ise şöyle bir ileti gönderdi: "Kanlı Çoraplar'ı okurken içim kalkmıştı ama tarihe not düşmek iyi diye de düşünülebilir."

            WhatsApp'tan yazışmamız sürüyordu. Bu kez de 18 Haziran 2020'de 9 Eylül gazetesinde çıkan "İsmet Ablam" başlıklı bir yazısını gönderdi. Merakla bir solukta okudum: "Durdu, Ayşe ve Sevim ablalarımdan sonra, Balıkçı'nın Hatice Hanım'dan doğma kızı İsmet'e 'abla' derken hiç tedirgin olmadım. İsmet Ablam da bana hep kardeşiymiş gibi davranırdı." Yazı şöyle bitiyordu: "Şimdi İsmet ablam ağır hasta. Bir an önce sağlığına kavuşması dileğimle bu yazıyı ona kır çiçeği niyetine sunuyorum."

            Ula'ya bağlı Kozlukuyu (bugün Gökova) köyünde doğmuştu. Köyde muhtar Mehmet'in oğlu diye tanınırdı. Hani deyim yerindeyse birçok işi bir koltuğa sığdırmıştı: Gazetecilik, muhabirlik vardı... Şairlik, yazarlık vardı... Turizm rehberliği vardı... Mitoloji vardı... Öğretim üyeliği vardı... El attığı her alanda başarı göstermişti. Ne mutluydu ona!.. Sevilip sayıldığını dünya gözüyle görmüştü: İzmir'de oturduğu sokak onun adını taşıyordu. Muğla'da üç bin kişilik bir açık hava tiyatrosuna büyük harflerle adını yazdırdı. Akyaka'da bir sokağa adı verildi. Doğduğu köyde adını taşıyan bir kütüphane kuruldu. Böyle sevilip sayılan, değeri bilinen Anadolu bilgesi, seksen iki yaşında çekip gitti.

            Uğurlar ola Şadan Gökovalı!..

            Uğurlar ola Anadolu bilgesi!..

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI