Kavurucu yaz sıcakları yerini serin güz rüzgârlarına bırakmak üzereydi. Dağlar durgundu. Başlarını saran efkâr uzaktan görünüyordu. Köyde ise hummalı bir telaş başlamış; çocuğundan yaşlısına, kadınından erkeğine herkes gücünün yettiğince Antep fıstığı topluyordu. Günlerin ağır yükü altında ezilen çocuklar, bir an önce okula gitme hayaliyle yanıp tutuşsa da fıstık hasadı bitmeden okula gitmek neredeyse imkânsızdı.
Mikail, o gece erkenden annesinin dama sermiş olduğu yatağına çekildi. Çok yorgun olmasına rağmen gözüne uyku girmedi. Aklında bir şey vardı ve bunu yarın mutlaka yapmak istiyordu. Kaç gündür bu hayalle yanıp tutuşuyordu. Birden içini bir mutluluk kapladı ve gözlerini gökteki sayısız yıldıza dikti. Herhalde dünyanın hiçbir yerinde yıldızlar çocuklara buradaki gibi yakın değildir. Bu yakınlıktan olacak ki Mikail'in hayalleri sonsuzluk âleminde akıp gidiyordu. Gece boyunca rüyalarında yarının telaşı ve heyecanı içinde kıvrandı durdu.
- Mikail, Mikail! Kalk oğlum, sabah oldu! Baban erkenden tarlaya gitti. Acıkmıştır, hemen kahvaltısını götür, diye bağırıyordu annesi.
Mikail, sabah olduğuna inanamadı. Hiç uyumamış gibiydi. Güneş tepenin ardından sıcak yüzünü göstermeye başlamıştı bile. Çaresiz kalkılacak ve kır eşeğin sırtında tarlanın yolu tutulacaktı. Nitekim öyle de oldu. Annesinin hazırladığı kahvaltıyı ve suyu heybeye koyup yola revan oldu. Kısa sürede tarlaya vardı. Babası sabahtan bu yana ancak bir çuval fıstık toplayabilmişti. Beraber kahvaltı yaptıktan sonra öğleye kadar iki çuval daha toplamaları gerekiyordu. Zaman kaybetmeden çalışmaya başladılar. Mikail, rüzgârın düşürdüğü ve ağacın altında çıtır çıtır kuruyan fıstıklardan birer ikişer cebine atıyordu. Cebi şişmeye başlamıştı. Bunu babasına fark ettirmemek için olağanüstü bir gayret göstermekteydi. Çünkü onun bir hayali vardı ve bugün ne olursa olsun bu hayalini gerçekleştirecekti. Öğleye doğru çuvallar doldu. Mikail, üç çuval fıstık yükünü eve götürecek ve dönüşte de öğlen yemeğini getirecekti. Babası yükü çatar çatmaz eşeği hızlıca sürüp köye vardı. Yükü indirip annesinin hazırladığı öğlen yemeğini ve suyu heybeye koydu.
O an gelmişti işte. Mikail, eşeği köy meydanında durdurdu ve doğruca bakkala yöneldi. Anne babasından bir hazine gibi sakladığı şişkin cebini bakkala cömertçe gösterme yürekliliğiyle cebindekileri terazinin kefesine boşaltmaya başladı. Kendisi bile cebinin bu kadar fıstık aldığına şaşırmıştı. Bakkal fıstıkları tarttı ve ona ne istediğini sordu:
-Gofret! Hepsiyle gofret almak istiyorum amca, dedi Mikail.
Bakkal, şeffaf bir poşetin içine gofretleri doldurdukça Mikail'in ağzının suyu akıyordu. Azıcık fıstık ne de çok gofret edermiş. Mikail şaşkınlık içindeydi, bakkalın uzattığı poşeti kaptığı gibi eşeğe atladı ve yola düştü. Köyden biraz uzaklaşınca büyük bir heyecanla gofret poşetini açtı. Başladı gofretleri yemeye. Nihayet muradına ermişti. Günlerdir hayalini kurduğu gofretler şimdi dişlerinin arasında çıtırdayarak eziliyor ve ağzında tatlı bir vanilya kokusu bırakıyordu. Yaşamak bu değilse nedir? diye düşündü. Yüzü gülüyor, gözleri parlıyordu. Eşeğin üstünde ayaklarını yol kenarındaki meşe çalılıklarına sürte sürte dilinde bir türkü mırıldanarak gofret yemeğe devam ediyordu.
Bir, iki, üç, beş derken poşetteki bütün gofretleri bitirmişti. Hem gözü hem de karnı iyice doymuştu. Hava çok sıcak olduğundan birden içini bir yangın kapladı. Karşı konulmaz bir susamışlık içini yakmaya başladı. Gözünü heybedeki su bidonuna dikmişti. Dikmişti ya bidonu oradan çıkarmak hayli güçtü. Eşeği durdurup su bidonunu heybeden güçlükle çıkardı. Kana kana su içti, içindeki yangın yerini serinliğe bıraktı. Mikail böylelikle istediğini yapmış, kimseye çaktırmadan koca bir poşet gofreti mideye indirmişti.
Tarlaya vardığında geç kaldığını anladı. Babasından azar işiteceğini bildiğinden gâh eşeği suçladı gâh annesini. İstedi ki damağında hoş bir tat bırakan gofret incinmesin.