Koltukların; en can acıtanı, en korkutanı, en heyecanlandıranı: Ne misafir koltuğu, ne sinema/tiyatro koltuğu, ne siyasetçi koltuğudur! Adını anmaktan bile çekinilen koltuk, halk ağzı ile: "Dişçi Koltuğu"dur! Korkusu çocuk yaşlarda başlar. Gecenin birinde ve geç saatlerde başlayan diş ağrısı, güzelim uykuyu haram eder. Ağrı; gözünüzden inci taneleri gibi gözyaşı dökmenizin ve inim inim inlemenizin nedenidir. O sırada ve o vakitte yapılacak olan, eğer evde varsa ağrı dindiren bir ilaç içmektir.(Yıl 1950'ler)
Şehrimizin en eski Diş kliniği "DİŞÇİGİL" soy isimli aileye aitti. Baba ve üç erkek evlat, aynı klinikte diş sağlığı ile ilgili hizmet verirdi. Şimdi artık, bir kişi dışında hiç biri bu gezegende değil, hayatta olan Atila Dişçigil'de emeklidir ve yaşamını sürdürmektedir. Tanıdığım o insanlardan Tanrı rahmetini esirgemesin, ruhları şad mekanları Cennettir mutlaka.
Çocukların Diş ağrıları nedense genel olarak, Pazar gece yarısı başlar(Bu bir rastlantı tabii.) Ertesi günü kliniğe gitmek üzere kapıdan çıkarken, ağrı kesilirdi(Dişçi koltuğuna oturma korkusu nedeniyle, denir. Ama en yakın ihtimal ağrı kesicinin etkisidir.) Sanki ağrıyan diş sizin değil de, elinden tuttuğunuz babanızın dişidir! Tam bu sırada usulce: "Baba, dişim geçti, ben okula gitmek istiyorum" dersiniz(!) Babanız: "Hayır, dooğru dişçiye" Dediğinde, hem ağlar hem: "Baba ne olur, beni dişçiye götürme!" Diye yalvarılırdı. Ancak ağrının okula varır varmaz yeniden başlayacağını, tahmin eden baba: "Olmaz!" deyince, korku ve ağlama o koltuğa oturmaya, mani olmazdı.
Ahşap poliklinikten içeri girip, merdivenleri gıcırdatarak yukarı çıktığınızda, beyaz önlüklüleri ve odalarda bekleyen diş hastalarını görünce, biraz daha ürperirdiniz. Sıranız gelip, Diş hekimi: "Gel otur bakalım şuraya!" deyince, hemen kalkar ve o korkulu halinizle: "Ne olur acıtma, dişçi amca!" diye, yakarırdınız. İstediğiniz tek şey: Diş çekiminden haberinizin olmamasıdır. Fakat günümüzde bile, henüz böyle bir teknoloji gelişmediğinden bunun mümkün olamayacağı nedeniyle operasyona dayanmak tek çıkar yoldur.
Diş doktorunu, anestezi için iğneyi hazırlarken görünce, dudağınızı büzüp "Dişçi amca, ne olur acıtmayın!" Diye, gözyaşı akıtmadan ağlıyor gibi davransanızda, yararı olmayacağı bilinir ve Doktorun: "Aç bakiim çocuğum ağzını!" dediğinde, ağzınızı açmaktan başka yapabileceğiniz bir şey olmazdı. Nihayet bir süre sonra çürük diş alınmış, hiçbir ağrı ve sızı hissetmemişsinizdir. Alınan diş çukuruna pamuk konulduktan sonra: "Okula varınca, çıkar o pamuğu çöp kutusuna at!" diye tembih ettiklerinden, denileni yapardınız.
6-7 yaşımdan itibaren dişçi koltuğuna oturmaya başladım. Güncellenen ergonomik koltuklarda, bunu bugünde sürdürüyorum, diş restorasyonunda kullanılan araç/gereç ile bunların aparatlarını gördükçe, tedavi ve implant teknolojisinin ulaştığı başarıyı hayret etmemek mümkün olmuyor. Ne var ki, insanoğlunun o koltuğu pek sevdiği söylenemez! O koltuk farklı bir koltuktur. Çünkü koltuk var koltukçuk var, koltuktan koltuğa fark var. Koltuk var, piramidin en üstündeki Cumhurbaşkanlığı koltuğu, koltuk var piramidin en altındaki muhtar koltuğu.
Bilindiği gibi Muhtar, Arapça kökenlidir ve Türkçe karşılığı seçilen kişi demektir. Bu noktada bir hususu daha önce belirttiğim gibi yinelemek istiyorum! Geleceğin muhtarları için üniversite şartı aranacağını, hizmet süresinin belli bir zaman ile sınırlandırılacağı, (40-50 ve daha fazla hizmet yapan muhtarlar dikkate alındığında!) şimdi maaşlı personel gibi kamu görevi yaptıklarından, gelecekte sınav yöntemi uygulanacağını varsayıyorum!(Çünkü aynı aileden beş muhtar adayı çıkarsa ne yapılır? Bence sınav yapılır!)
Oysa geriye dönüp baktığımızda, yıllar önceki muhtarlar, kahve köşelerinde iş bitirir, çeşitli hizmet karşılığında 1.-TL ücret alırdı. Aslında muhtarlık eskiden gönüllülük esasına istinaden yapılsa da, küçük ücret verilirdi. Bu para ile geçinilmezdi tabii, ama muhtarların ayrıca mesleği vardı. Örneğin: Bizim muhtarımız bir berberdi ve hizmeti işyerinden yürütürdü. Artık mesleğinden emekli olmuş ama 35 yıllık muhtarlığını halen devam ettirmektedir.