HEY GİDİ GOCA DÜNYA BİZE NELER YEDİRİP NELER İÇİRİYORSUN



 

HENÜZ onbeş-onaltı yaşlarımızda iken, bizlerden büyük ağabey veya daha büyük hemşerilerimizle, yani amca diye hitap ettiklerimizle selamlaşmak, onlarla bir yerde, örneğin: Yaz aylarında yayla kahvelerinde, Kış aylarında, sadece Cumartesi/Pazar, genç yurttaşın gidebileceği uygun mekânlarda oturur, bir sohbet tutturur, ağabeyler, amcalar anlatır biz dinlerdik. 

 

KONUSUNUN ve anlatılanların gerçek olup olmadığına bakmadan dinlemek, konu hoşumuza giderse daha bir ciddiyetle, daha bir merakla ve nedenlerini sormadan dinlemekten ötürü, zamanın süratle geçtiğini, saatin kaç olduğunu öğrenmemize mani olurdu. 

 

ANLATILANLARIN biraz abartılı, gerçeklerden uzak, biraz gayrı ciddi olduğunu bu sırada görürdük. Çünkü kendisini dinlediğimiz kişi, genellikle eğitimsiz yaşlı biri olur, öğretmen gibi ders verme çabasını garipsememize rağmen, nezaketsizlik edip yanlışlarını yüzüne vurmazdık. Zira anlattığı olayı, kendine özgü bakış açısından ötürü yorumladığından; yanlışın, hatanın, devam etmesine  neden olur ve olayı daha başka gerçek dışı olaylarla ilişkilendirip, zor durumda kaldığından, arada bir soluk aldırırdık. Bunun için lâf ola, torba dola bir soru sorarak, yaşlı hemşerimizi soruya cevap vermekte bilerek ve isteyerek sıkıntı çektirip, büyüğümüze; ağzından çıkanları kontrol etmesi, konuştuklarını derleyip toplaması, sıkıntılı hâlden kurtarılması adına kısa süre sonra, "Durumun anlaşıldığını" söyleyerek, muhabbete devam ederdik. 

 

GENÇ kuşak böylece karşısındaki büyüğüne, samimi ve saygılı davranarak, yaşlı yurttaşın keyfini sürdürmesi için biraz rahatlamasını sağlamış olurdu. Dolayısı ile kendisini dinleyen gençlere anlattığı, kendince ders saydığı konunun dikkatle dinlendiğini  ve güvenimizi kazandığını görünce bundan mutluluk duyar, ama kısa bir süre sonra sandalyesinden yavaşça kalkar, veda ederek evinin yolunu tutardı ki, bu birazda, zamanın genç ve zeki insanları karşısında, zor durumda kalmaktan kurtulmak için, kaçış halini yansıtırdı.

BİR GÜN, bu kişilerden biri olan ve yakından tanıdığımız,  1960'larda 50'lili yaşlara erişmiş, mektep medrese görmüş hemşerimizle, yine genç yurttaşların oturup, zaman geçirdiği bir yerde rastlaştık. Etrafında bizim yaşlarımızda dört, beş kişi vardı, tatlı bir sohbet havası içinde idiler. Hemşerimizde  onlara kâh lider pozisyonunda bir şeyler anlatıyor, kâh bir yaşlı öğretmen edası ile hayat dersi veriyordu ki, bundan da, büyük zevk aldığı, memnun ve mutlu olduğu, oturuşundaki pozisyonu itibarı ile  kapıdan girişte bile fark ediliyordu. 

 

BİZİM DE, dört kişilik arkadaş gurubu halinde, içeri girdiğimizi görünce ve kendisi ile daha önceden tanış/biliş olduğumuzun ötesinde, sıkça çarşı ve pazarda rastlaşıp selamlaşmamızdan ötürü, kendiliğinden oluşan amca/yeğen, ilişkisi nedeni ile oldukça samimi ve içten karşılandık. Yanı sıra kendisini dinleyecek olan mini gurubun çoğalmasından da, fevkalade sevinçliydi.

 

SOHBETE katıldığımız an'dan,  muhtemelen 45 dakika sonra, laf lafı açtı ve rahmetli ağabeyimiz avcı olduğundan, (Günümüzdeki tanımı ile Av sporu yapan kişi!) bir anısını anlatacağı için, dikkatle dinlememizi hatırlattı. Bilindiği gibi av sporu yapanların, anlattıkları silah atışı ve av'a isabet kaydı oldukça ciddi bir başarı öyküsü oluşturur(!)

 

BUGÜNLERDE, bir köftecinin adından, mesleğinden ve yaptığı köftelerden söz edilince, gençlik yıllarımızda, hemşerimiz ağabeyimiz veya amcamızdan dinlediğimiz anı, gözlerimin önünden, kareler halinde geçti. 

 

".Sabah erkenden dört kişi yola çıktık, yiyeceklerimiz Keçi derisinden yapılma sırt çantasında idi ve köpeklerimizle, 2nci Dünya savaşından sonra, ABD'nin, müttefik ülkelere verdiği jeeplerden birine benzer ciple yola düştük. Bozuk/düzük stabilize dağ yollarında gidebildiğimiz kadar gittik.

 

Nihayetinde, bir su başında durduk. Elimizi yüzümüzü yıkadık, kendimize uygun bir kahvaltı sofrası kurarak karnımızı doyurduk. Ardından birer sigara soğurduktan sonra (İçmek, bir sıvıyı tüketmek anlamına geldiğinden, soğurma sözcüğü kullanılmıştır) kalkmaya niyetlendik ki, o sırada, 50-60 adım ötemizde bir anaç Domuz, kulaklarını dikmiş, bizi tedirginlik içinde ve dikkatle seyrediyordu. Bizde hareketsiz bir hale girdik, çünkü niyetimiz onu devirmekti.

İçimizden biri, sürünerek Domuzun çaprazına gidip beklemeye başladı, aşağı yukarı yarım saat sonra da, silahı patladı ve Domuz olduğu yere yıkıldı. 

 

ARKADAŞIMIZ yanımıza geldikten sonra, düşüncesini bizlere anlattı, üçümüzde bu düşünceye katıldık. Dördümüz, Domuzun, soyulmuş halini henüz hiç görmemiş ve merak ediyorduk. Merakımızı gidermek için; onu kesmeyi, soymayı ve köpeklerin önüne atmaya niyetlendik. Birlikte verdiğimiz kararı hemen uygulamaya koyduk. 

 

ASLINDA, dördümüzde kurban kesimlerimizi ve diğer tüm işlemlerini eksiksiz yerine getirirdik. Tesadüf bu ya, öyle bir kabiliyete sahiptik. Kurbanlarımızı evde kendimiz keser, kendimiz parçalara ayırırdık. Dolayısı ile işin yabancısı değil, hatta biraz da, ustası sayılırdık.

Nihayet, merakla Domuzun başını gövdesinden ayırdık. Et'ini çok merak ediyorduk, çünkü yıllar yılı hiç görmemiştik. Hâlbuki çok Domuz öldürmüş, ama cesetlerini öylece vurulduğu yerde bırakmıştık! 

 

NİHAYET o çirkin kara deriyi, soymaya başladık! Ama öyle bir durumla karşılaştık ki, şaşkınlıktan birbirimize baktık. Çünkü o çirkin hayvanı soydukça ortaya öyle bir beden çıktı ki, bir süre inanamadık, şaşkınlık içinde deriyi soyma işini durdurup, et'in pembeliğini ve yağ tabakasının beyazlığına bakakaldık. Kurbanda kestiğimiz hayvanlarda bile böylesi bir beden görmemiştik. Sonunda Domuzu parçaladık, iç organlarını köpeklerin önüne attık, diğer parçaları, daha sonra yine köpeklere vermek üzere paylaştık.

 

ŞİMDİ gelelim Vehbi'nin kerrakesine. Domuz eti tüketmemiz dinimizin getirdiği mekruh yasağına istinaden, tencerelerimize girmemiş ve girmemeyi sürdürmektedir. (MEKRUH/Arapça bir sözcüktür. İslam fıkıhında: -Anlayış, anlayış tarzı ve derinliği anlamına gelen- sözcüktür. Haram gibi kesin ve bağlayıcı olmamakla birlikte, yapılmaması istenen şeydir. Sözlük anlamı: "Hoş görülmeyen, beğenilmeyendir"   Bununda nedeni, birazda diğer bildiğimiz, o da kulaktan dolma,, büyüklerimizin fısıltı ile kulağımıza üfledikleri sözdü ve söz: -Domuz eti yiyen kişi, eşini kıskanmaz!- uyarısı idi. 

 

TAHMİN ediyorum bu söz, Domuzların çiftleşmelerindeki çok eşlilik durumu dikkate alınarak söylenmiş bir sözdü. Ama alıp gelmişler, davranış biçimini insana yapıştırmışlar! Böylece bir genelge gibi, İslam aleminde, söz konusu hayvanın etinin tüketilmesi halinde, gayri ahlaki davranış biçimi gibi, insana da bulaşabilir endişesi ile durum, o gün/bugün hala etkili şekilde sürmektedir. Bu birinci neden! Diğeri ise sağlıkla ilgili olanıdır ki, Hiristiyan Dünyası bu durumu hiçe sayarak ve dikkate almayarak, yüksek proteinli Domuz etini tüketmektedir! Her halde gerekli tedbiri alarak tüketmektedir! 

 

İSLAMİYETTE, çift tırnaklı hayvanların tüketilmesine izin verilmiştir. Ancak, Deve'den tutunda yaşlanmış, At'ı Eşeği kesip merdiven altında sucuk üretenlerin ve gizlice satanları, ulusal basın sayesinde öğreniliyoruz. Bazı ülkelerde ise: -Kurbağa bacağı- bazılarında -Köpek eti- ve diğerlerinin tüketildiği bilinmektedir. Hatta bir ülkede At et'inin çok değer verilen yabancı misafirlere ikram edildiği, öğrenilen bir başka gerçektir. Daha ilginç olanı ise: -Çekirge- ve buna benzer evsel böceklerin, kavrularak hasır seleler üzerinde, tane hesabı ile çerez niyetine, protein gereksiniminin karşılanması için tüketilmesi, Gezegende nelerin yenildiğini ve yenilenlerin neler olduğunu ortaya koyarak ekranlarda sergilenmektedir. Hey gidi, karnı büyük koca Dünya, bazılarımıza neler yedirip, neleri karşıdan baktırıyorsun? 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI