ULUSAL Basında, ara sıra: "Yiyip içtiklerinize güveniyor musunuz?" Sorusu ile karşılaşır ve haberi daha okumadan: "Allahallah ne oldu acaba, yiyecek ve içeceklerde bir katakulliye mi rastlandı," diye düşünmek zorunda kalırsınız. Ama bu arada, kendi kendinize şu soruyu sormadan edemez: "Ne yani, durduk yerde illaki bir şeylerden şüphe mi etmemiz gerekir? Sözüm ona: Ekmeğin içinden, un çuvalının bir parça ipi çıktı diye zabıtaya mı, başvurmalıyız veya bir restoranda, yediğiniz yemek tabağı içinde sineğin cansız halini görünce vaveylamı koparmalıyız yahut zeytinyağlı diye önünüze gelen yemeğin, bir başka yağ ile pişirildiğini fark edince, durumu sorumlu makama mı bildirmeliyiz?
DEVAM, örneğin: Bir pastanede çay ile birlikte tükettiğiniz kurabiye içindeki cevizin bayatlamış, kurabiyesinin sertleşmiş olmasını neden göstererek, ürünü bir peçeteye sardıktan sonra götürüp, ilgili makamın masasına mı koymalıyız? Koyup:, Sayın beyefendi: "Cevizi bayat, kurabiyesi taş gibi sertleşmiş, ama sorulduğunda -taze- deyip getirdiler. Kurabiyeyi ısırırken, az kalsın dişimi kırıyordum. Yurttaşın yiyip içtiği ürünlerin, sağlığa zararlı olup olmadığını, taze mi, bayat mı olduğunu herhangi bir zarara uğradıktan sonra mı, denetleyeceksiniz?" Sorusunu, sormamız mı, gerekiyor. Oysa denetlemelerin resen yapılması icap eder, bu nasıl iş? Yurttaş, -Şikâyet etsin öyle denetleyelim- mi diye düşünüyorsunuz? Yoksa gıdaların güvenilip güvenilmediğinin denetlenmesi için, ilgili makamlardan bir adım önce, hareket edip ve bir neden bulup, şikâyet mi etmeliyiz?
ÜLKEMİZDE yasal kurallara uymamak için gayret gösterilir, yani pek uyulmaz. Her yurttaşın kendine göre özel kuralı vardır, bu nedenle kendi kuralını yaşamına göre ayarlar. Ancak, yasal kurallara uyulması hâli; üstünde üniforması, belinde silahı, bir elinde telsizi, öbüründe düdüğü olan görevliyi görür görmez -EvvelAllah'ın- izniyle, anadan doğma kuralcı kesiliriz.(Bu arada, kuralları bilerek ve disiplinli yaşamının gereği uyan yurttaşı, tenzih ederim)
ANCAK yurdum yurttaşının çoğunluğunun kurallarla arası pek yoktur diyebiliriz. Çünkü sorumsuzluktan, korkup ürkmeyiz- -Adam sendeciyizdir- Beni ısırmayan yılan bin yaşasın- demeyi biliriz. -Boşver- deyip geçmek, yaşam tarzımızın özelliklerinden biridir. -Korkma, o kadarla bir şey olmaz- deyip, kural ihlalini basitleştirmek ise kıvrak zekâmızın, cingöz Recailiğidir. Tedbiri olay gerçekleştikten sonra alırız. Olay vuku bulduktan sonra, bilgilendirmeyi yapanlar: "Olayla ilgili gerekli tüm tedbirler alınmıştır!" diyerek durumu açıklar .
OLAYIN ilginç yanı şudur: Gerçekleşen; sorumsuzluğun, dikkatsizliğin, adamsendeciliğin sonucunda; kötü ve can kaybı olursa, Allah'ın takdiri olarak değerlendirilir. Sevinçli, sürprizli ve mutlu hâl ile gerçekleşen bir sonuçta: "Allah'ın; bakıp, kollayıp, koruduğunu, Allah'ın sevgili kulu olması hasebiyle iyiliğe layık görüldüğünden, mutlu sonla gerçekleştiğini düşünür, öyle yorumlarız.
AMA iyi sonuçtan, kendimize mutlaka biraz pay ayırır; zekâmızın gelişmişliğini, düşüncemizin mükemmel isabet kaydettiğini ve performansımızın başarısını, aklı veren Yaratıcıya şükrederek teşekkür etmeyi ihmal etmeyiz. Yani Tanrı'nın yardımını zihnimizden, şükrünü ağzımızdan eksik etmeyiz. Çünkü iyiliğin ve kötülüğün Tanrı'dan geldiğine inanmışızdır. Ama genellikle kötü sonuçlarda sorumluluk almayız! "Tanrı'nın takdiridir." Der geçeriz! Dolayısı ile her kötü olayda, sütten çıkma ak kaşık gibi dikilmeyi, kendimizi savunmayı, sorumsuzluğun karşı tarafta olduğunu becerebildiğimiz nispette yüklemeye çalışırız(!)
YAZI içinde geçen yiyecekler ve bunlarla ilgili eleştirel anlatımın, şehrimizde faaliyet gösteren çeşitli gıda üreticileri ile ilgili işyerlerinin bir ilgisi yoktur. Durum genel olarak değerlendirilmiştir!
AMA bazı olaylar vardır ki, duyduğunuzda şaşkınlıktan küçük dilinizi yutacak gibi olursunuz. Örneğin: Olay bir ihracat olayıdır. Yanılmıyorsam, 1970'li yıllarda vuku buldu, öyle anımsıyorum. Ulusal gazetelerdeki habere göre, İtalya'ya Zeytinyağ ihraç edilmişti. Ancak yağ bir süre sonra ülkemize iade edilince, Zeytinyağın içine makine yağı karıştırıldığı belirlenmiş bu nedenle geri gönderilmişti. Bu acı ve utanç verici olay o zaman günlerce kamuoyunda konuşulmuş, ilgisi olmayan sıradan yurttaşın bile yüzü kızarmıştır.
BİRİNCİ paragrafta, gazetedeki soruyu okuyunca, önce aklıma sonra gözümün önüne, bir peynir imalathanesini yıllar önce araştırmaya giden; araştırmacı gazeteci, saygıdeğer Uğur Dündar geldi. TV ekranında izlediğim bu ziyaret sürecinin başlangıcında, içeri girildi. Ve Sayın Dündar, karşılaştığı sorumlu kişiye, hatırlayabildiğim şu soruyu yöneltmişti: "Beyefendi, son kullanma tarihi geçen peynirleri, satış mekânlarından toplayıp, tekrar yeni tarihle paketleyip dağıtıyormuşsunuz, bu doğrumu?" Deyince: "Hayır efendim, yanlış. Tamamen yanlış. Evet, kullanma tarihi geçen ve satılmayan peynirleri satış mekânlarından alıyoruz, bu doğru. Ama yeni tarihli paketle tekrar satışa sunmuyoruz." Diye yanıtladı. "Peki ne yapıyorsunuz?" sorusu yönlendirilincede: "Yeni yapılmakta olan peynir içine, 1/3 oranında, topladığımız; satılmayan ve son kullanma tarihi geçmiş peynir koyuyoruz. Yani anlayacağınız: Üç ton peynir üretiyorsak, iki tonu taze, bir tonu kullanım tarihi geçen peynir oluyor!" diye cevaplandırmıştı. Uğur Dündar: "Yani?" diyerek, üretim aşamasının devamının anlatılmasını beklediğini hissettirdi. Peynir üreticisi: "Yani, taze peynir böylece elde edilmiş oluyor!" Uğur Dündar merak içinde: "Yani siz taze peyniri böyle mi üretmiş, oluyorsunuz?" Diye sorunca, üretici muhatap: "Evet, eski peynir yeni peynirin içinde eriyip gidiyor(!)
Üretici böylece aklınca cingözlük yerine, bir bakıma tasarruf etmiş olduğunu savunuyor gibidir! Çocukluk yıllarımızdan hatırlıyorum, tasarrufa olağanüstü titizlikle önem verilirdi.(1950'lili yıllar) Çocuk iken, sofrada küçük bir parça ekmek dahi bırakılmazdı. Hatta çanağınızdaki yemeği tüketmemek, -artık olarak bırakmak- dikkatinizin çekilmesine neden olurdu. O yemeğin, maddi giderle pişirildiği, sofraya zahmetle konulduğu, çanakta yemek bırakmanın günah olduğu, ekmek parçasının tüketilmemesi halinde, arkamızdan ağlayacağı uyarısı yapılır ve o lokmanın tüketilmesi zorlanırdı! Şimdi ise çöpler arasında, ekmekleri gördükçe: O yılları, o sofraları, o uyarıları anımsıyorum.