DELTA VARYANTI TEDİRGİNLİĞİNDE BİRAZCIK TEBESSÜM
Kadim dostlarım ve yakın arkadaşlarım iyi bilirler ki, Dünyadaki vesveseli milyonlarca insandan biriyim. Çok dikkatli olmamakla birlikte, herhangi bir konuda karar vermek için kılı kırk yararım ve bu nedenle destursuz bağa girmeye korkarım. Çünkü destursuz bağa gireni, sopa ile kovarlar. Ama öylesine zamanlar olur ve bu zaman içinde öylesine sorumluluklarla karşılaşılır ki, bırakın kılı kırk yarmayı veya destursuz bağa girmeyi, evdeki hesabı çarşıya uyduramadığınızdan başınıza gelmedik kalmaz. Bu durum karşısında da, başa gelen çekilir deyip, çözümsüzlüklerin halli için tekrar masaya oturmak zorunda kalırsınız. Böylece yapılan yanlış hesap Bağdat'tan döner.(Atasözü eskidi, ama hala yararlanıyoruz.)
Oturursunuz, şapkanızı önünüze koyarsınız ve nerede yanlış yaptım diye yeniden düşünmeye başlarsınız. Çünkü hesaplar, sizin ham hayallerinize göre değil, işi bilenlerin; çıkarıp/toplamasına, bölüp/çarpmasına ve ince eğirip sık dokumasına göre yapılır! Yani uzun lafın kısası: "Hesap bilmeyen kasap, ne bıçak kor ne masat!"
Girizgâhın ana tema ile bir ilgisi bulunmamasına karşın, yanlış hesabın, zararlı sonuçlar doğurduğunu kayıplara neden olduğunu, aslolanın doğru düşünüp isabetli karar vermekten geçtiğini, herkes bilir. Bilir de: "Nuh deyip Peygamber Demeyen" ve yanlıştan vazgeçmeyenlere, kendimce ve dilim döndüğünce açıklamaya çalışırken, aklıma geleni yazdım!
Efendim, yıllar önce herhangi bir vesile ile İstanbul'a gittiğimde, şimdi emekli milletvekili olan yine kadim dostlarımdan bir başka arkadaşımın evinde kalırdım.(İsmini yazmıyorum, çünkü kendisinden izin almadım) Bu seyahatler zaman zaman yinelenirdi. Dönüşümde ise, otobüse binip hareket edinceye kadar bekler, yolcu ederdi.
Yine bir yolculuğumun dönüşünde, uğurlamaya gelenler bu kez kendisi ile birlikte diğer 5-6 yakın arkadaşımdı! Nezaket gösterip gelmelerine sevinmiştim. İyiydi hoştu, ama zamanın boşa harcanması anlamına geldiğini düşündüğümden, huzursuz olmuştum. Çünkü hepside üniversite öğrencisiydi.
Otobüsün hareketine 5-10 dk kala, evinde kaldığım arkadaşım, bir an'da başımdaki şapkayı kapıp, başına taktı. Oysa benim bu konudaki hassasiyetimi çok iyi bilirdi. Dolayısı ile içimden fena halde sinirlendim. Şimdiye kadar ne birinin şapkasını alıp başıma taktım, nede birinin şapkamı almasına rıza gösterdim.
O an zor durumda kalmıştım. Çünkü her zaman onun evinde kalıyordum, durumu hoşgörü ile yaklaşmamak yakışık almayacaktı. Vaziyete razı olmak zorunda idim. Diğer arkadaşlarımda, konu ile ilgili hassasiyetimi bildikleri için tepkimin ne olacağını merak ederek seyrediyorlardı. Tabii ister istemez, tebessüm ediyordum. Sahte tebessüm etmek ise oldukça zordu, ama ah o zorunlu haller yokmu ya!
Tam otobüse bineceğim sırada, uğurlamaya gelenlerden bir arkadaşım, iyice yanıma sokulup, belli etmeden hafif bir sesle: "Sakın şapkayı alıp başına takma, (...) saçkıran oldu. Hala tedavi görüyor, benden söylemesi! Deyip yavaşça çekildi. O an bana gelenler geldi. Kaynar sular tepemden döküldü. Kelimenin tam anlamı ile ateş bastı; alı alına, moru moruna yanmaya başladım. Hepsi birden: "Ne oldu, hayrola, kızardın?" Alnıma dokunan biri, "Ateşi de yüksek!" Derken, "Yok bir şey, iyiyim merak etmeyin" Diye daha beter olmaktan kurtulmaya çalışıyordum.
Şapkayı takan arkadaşım, soruyordu: "Arkadaşlar nasıl yakıştı mı?" Yanıt: "Hiç yakışmadı, Ersin Bedri'de daha çok yakışıyor" Deyip, şapkanın iadesini sağlamaya çalışıyorlardı. Bende saçkıran korkusundan: "Yahu arkadaşlar bi dakika: (...) de çok harika duruyor, bana göre müthiş yakıştı!" Deyip şapkanın iadesini önlemeye çalışıyordum! Ancak, arkadaşım: "Al şapkanı tak, ben takmam" Deyince, içimden eyvah dedim ve: "Vallahi olmaz, ne olursun hediye olarak kabul et! Çünkü her zaman evinde misafir oluyorum, vallahi billahi almam! " Dediğimde, bir an'da şapkayı başıma taktı, bende saliseler aralığında ot yolar gibi, başımdan çekip aldım. Sinir sarmaşık gibi her yanımı sarmıştı. Fakat hala nezaketi bırakmadan tebessüm etmeye çalışıyordum.
Çünkü Saçkıran olduğunu bildiğimi fark ederse, üzüleceğini kırılacağını düşünüyor, def-i belâ kabilinden durumu idare etmeye çalışıyordum. Bu arada, içimden yerel ağızla Tanrı'ya yakarıyordum: "Gudureti böyük Allah'ım, sen bilisin. Durduk yerde saçgıran oluusam neyi yararın? Zaten bıgırık saçım vaa, udu dökülüse naaparın? Sen biliisin, gari" Diyordum. İstiyordum ki, o an Tanrı: "Sen üzülme, hazırladıkları oyunu biliyorum. Sen hiç korkma, bir zarar görmeyeceksin" Deyiverir mi acep diye hayalini kuruyordum.
Tanrı: "Çaresiz kalınca, yardım istemek için bana dönsünler" diye, sanki insanın beyninde özel bir düzenleme mekanizması kurmuş. Çünkü ateş dağları sardığında, mekanizma devreye giriyor: "Allah'a yakarma" ihtiyacını hissediliyor. Fakat durum düzelip yoluna girince, Denizlili yaşlı nine gibi: "Şükürlee oosun, gocu Irabbıma. Irabbım olmusa bi şeyi yarımeyiz!" diyor musunuz bilmiyorum? Ben diyorum.
Neticeten, evinde kaldığım arkadaşımın saçkıran olduğu, bir oyunmuş. Toplanmışlar, birlikte karar verip düzenlemişler ve oynadılar. Yıllar sonra, bu hoş anının bir gazete köşesinde yazılacağı ve sosyal medya ortamında okunacağı, kimin aklına gelirdi?