DENİZE NAZIR MEZAR, ŞİMDİ SU'DAN UCUZ


 

Çocukluğumuzdan beri duyduğumuz bir atasözü vardır ve bu atasözünü her yurttaş bilir. Söz: "Her akıl bir olsa, Koyunu güdecek çoban bulunmaz" der. Kim bilir bu söz; nerede, ne zaman, hangi gerekçeye dayanarak ve kim tarafından neden, söylendi? Merak ediyorum. (Gerçi Atasözünü söyleyen belli değildir. Çünkü atasözü toplumun ortak ürünüdür. Özdeyişin söyleyeni ise bellidir.) Sadece merak ediyorum, Zira o sözü ilk söyleyenin, diğer insanlardan farklı biri olduğu inancındayım. Örneğin: Yaşamdan çok değişik tecrübeler edinmiş, o nedenle bilgi ve görgüsü fazlası ile oluşmuş, ağzı laf eden, eli iş tutan biri olduğu muhakkak. Durup dururken, laf olsun torba dolsun diye söylenen sözün zaten bir değeri yoktur.

ARADA NE GİBİ FARK VARDIR ACABA?

Ancak bu sözün, bir nedeni olduğu bellidir. Günümüzde çobanlık mesleği ile iştigal eden yurttaşlarımızı tenzih ederek, sormak ve cevabı öğrenmek isterim. Geçmiş yılların çobanları, kimlerden ve ne gibi yetenekleri olan kişilerden seçildiğini merak ediyorum. Çünkü günümüz çobanları ile yıllar önceki çobanlar arasında ne gibi farklar vardır acaba diye, düşünüyorum.

KOYUNLARI SONRA KİM GÜDER

Atalarımız: "Her akıl bir olsa, Koyunu güdecek çoban bulunmaz" demiş. E, o zaman o Koyunlar ne olacak? Herhalde bunalıma girer hepsi telef olur. Koyunbaşı, böyle bir durum karşısında kendini uçurumdan atar, diğerleri de hadi bakalım arkasından. Tamam, ama bu seferde şu soru sorulur: "Koca memlekette koyun olmadan olur mu? Olmaz tabii! O zaman önce çobanlık yapacak birini bulmak gerekir, ama nasıl?" Bir süre düşünülmüş taşınılmış sonunda, problem sürü sahiplerince çözülmüş. İnsanlar YY.lar öncesinde de, sanırım kategorize edilmiş; çok fazla akıllı, çok akıllı, yarım akıllı, çeyrek akıllı ve gelip/giden akıllı olarak belirlenmiş. Herkes aklının erdiği işi yapmaya çalışırken, Koyunları güdecek kimse bulmakta biraz güçlük çekilmişse de, sonunda çobanlık yapacaklar bulunmuş. Bulununca, yine atalarımız: "Arayan Mevlâsınıda bulur, belâsını da!" diyerek çobanlık müessesesini işler hale getirmiş. Ancak: -Her akıl bir olsa- ile başlayan cümle dikkate alındığında, sürüyü güdecek olanın hangi "Payda" akıla sahip olduğu merak konusu olmuş, tabii.

BAKALIM KAÇ TANE EKSİLMİŞ

Sürü sahibi, gütmesi için kendisine teslim ettiği koyunları, akşam dönüşlerinde ağıla sokarken, eksilip eksilmediğini öğrenmek için birer/birer sayıp saymadığını, ayrıca merakımı mucip oluyordu! Çünkü yırtıcılar, koyun sürüsüne her an saldırma ihtimali varken, çobanların korunmak için silah kullanıp kullanmadıklarını, ancak o yıllarda, çobanların silahı olup olmadığı da, merakımı depreştiriyordu. Sürü sahibi, çobanın eline silah verip, bir gün herhangi bir nedenden ötürü, namlunun kendine doğrultulacağını düşünerek vazgeçip vermediği an'lar da, aklıma gelmiyor değil. Çünkü insandır; vahşidir, acımasızdır ve öldürücüdür! Ancak sonuç itibarı ile sürünün korunmasını sadece köpeklerin yaptığını varsayıyorum.

ÇOBAN BULUNMADI DİYE DERT ETME

Şöyle düşünebilirsiniz: "Atalar öyle demiş, böyle demiş. Ne yapacaksın nedenini, nasılını, zamanını? Kimin dediğini. Zamanında söylenmiş bir söz, işte. Birinin aklına gelmiş söylemiş. Çok mu lazım? Koyuna çoban bulunmazsa çok mu dert?(İşte böyle düşünenlere de; Adam sendeci, boşverici, bananeci, sorumsuz denir.) Elbette biri çıkar, ben güderim der. Bulunmazsa ne olur? E artık onu Allah bilir. Belki koyunlar kendi kendilerine gezerler, dolaşırlar başları önde gelirler, yavaş yavaş ağıla girerler! İşte bu!" deyip, konuyu uçkur, peşkir havasında sürdürmek ister ve dikkatleri koyun-çoban konusundan çıkarmak ister. Anlaşılacağı üzere her akıl bir olmuyor. Şimdi bir başka konuya, geçelim.

DENİZE NAZIR MEZAR "HAVAN BATSIN DEDİRTİR"

Denize kıyısı olan bir ilimizin, bir mahallesinde, denize nazır mezarlık  sahası satışa sunulunca, sunum fazlası ile ilgi görmüş. Ve bu yoğun talep karşısında, Büyükşehir Belediyesi, çareyi Deniz manzaralı başka mezarlık alanları bulma çabasına girişmiş. Şu sansa bakın ki, yaşadığımız şehirdeki mezarlığımız, küçük ölçekli sanayi sitesine nazır! Aynı şehrin öbür yanındaki yeni mezarlık ise, bilmem kaç numaralı karayoluna nazır.(Nazır sözlük anlamı: Yüzü bir yöne doğru olan, bir yeri gören, bir yere bakan, ev-oda. Diğer anlamı: Osmanlı devrinde, devlet işlerini yürüten görevli, Bakan.) Böyle şansın ağzına tükürmek gerekir, ama elden gelen bir şey yok. İnsan, Denize nazır bir mezarı nasıl istemez(!) Örneğin: Mezarda yatarken sıkılıverince, kalk ve çık dışarı otur mehtabı seyret. Bir sigara, tellendir! Geçen güzel yılları anımsa, "İyi ki mezarı deniz kıyısından almışım, yav ne iyi etmişim!" diye böbürlen. Eğer mezarlıkta, girişimcinin biri çay ocağı açmışsa, denize nazır mezarın kıymetini düşün artık! O mezarda yatmaya doyum mu olur? Mahşere kadar yat. Algı yok, vergi yok. Ama her gün sorgu meleklerine ifade vermeye gidip/gelmek, biraz sıkıcı olabilir. Ama o kadar zahmet olur artık! Fakat o ilgili işlemler ahretle ilgili olduğundan, önceden bitirilirse Mahşer gününde rahatça Cennet'e girmek kolaylaşırmış. Konularla ilgili olarak hocafendilerin anlattıklarına göre, Cennet öyle mükemmelmiş ki, anlatmakla bitiremiyorlar. Hele öyle şeyleri, anlatılıyor ki, inanılır gibi değil. Cennette yaşlanmak yokmuş, 90 yaşında vefat etseniz bile Cennete gelince, 20 yaşında oluyormuşsunuz. Hurilerden birini tercih edebilmeniz için albüm varmış! Bu bilgiler, hocaefendiler tarafından anlatılıyor, anlatılanlar videoya kaydediliyor ve kayıtları seyrediyorsunuz. Ama ne anlatımlar ne anlatımlar. Çünkü kendileri Cenneti biliyorlar. Videolarda anlatılanlardan öyle anlaşılıyor. Hocaefendilerin, yalan söyleyecek halleri yok. Hepsi Allah yolunda, ne biliyorlarsa, onu anlatıyorlar. Yahu şu hoca efendiler öyle mübarek insanlar ki, sormayın(!) Allah yolunda olduklarından böyle mükâfatlandırılıyorlar herhalde? Şimdi yine bir başka konuya geçelim!

ÇOCUKLAR O İÇTİĞİNİZ NEDİR?

Onbeş/Yirmi gün önce bir çay bahçesinde otururken, hemen yakınımızda ortaokul öğrencisi sandığım kızlı/erkekli 5-6 kişilik grup, masada ellerindeki plastik tüp içinde bir sıvıyı içiyorlardı. Bir süre onları izledim. Merak ettim ve kalkıp masalarına gittim. "Çocuklar elinizdeki o acayip şey nedir? Ne içiyorsunuz?" diye sordum. Çocuklar, gülüştüler, birbirlerine baktılar "Limonata" dediler ve yine içmeye başladılar. İçmek dediysem, aslında emme fiilini kastediyorum. Zaten öyle su gibi lıkır lıkır içilmiyor. İçtikleri sıvı markasız, dondurulmuş ve ellerinde tuttukları sürede, içindeki dondurulan yeşil renkli katı madde eriyor sıvılaşıyor, sonuçta güya limonata olup damla damla içiliyor. Zaten doğru dürüst bir şeye benzemiyor. (Çocukların ellerindeki, içimi biten tüplerden birini rica edip aldım. Gazeteye bıraktım. Konuyla İlgili makam görevlileri,  görmek ve incelemek üzere, boş tüpü gazeteden alabilirler.)  

TANESİ BEŞ LİRA

Çocukların ellerindeki, ne idüğü belirsiz şeyi tarif etmeye çalışayım: İki beyaz mumu gözünüzün önüne getirin: Bu iki mumun üst üste konulmuş halini hayal edin, ancak arada bir geçit olsun. Yani alttaki limonata denilen, yeşil katı(Şey) dar bir geçitle üstteki yine limonata denilen diğeri ile karışıyor ve kaldırıp, ağzınıza diktiğinizde eriyen katı şey, haliyle üstteki tüpe geçiyor, oradan ağız içine akıyor. İçindeki limonata denilen yeşil katı madde dondurulmuş olduğundan el sıcaklığı ile eridikçe küçülüyor. Tam anlaşıldı mı bilmiyorum? Çocuklar bunu 5.00 TL ye alıyormuş. Tüp hijyenik midir, sağlıklı mıdır, içinde zararlı madde var mıdır, hangi su ile yapılmaktadır, kim bilir? Tüp görünümündeki plastik çok basit ve kalite açısından derecelendirmeye tabii bile tutulamaz. Bakkallarda satılıyormuş! Yazık çocuklarımız böyle ucuz, sağlıksız içeceklerle, kim bilir ileride hangi derdi edinecekler? İlgili makama selamlarımla duyururum. Bakkaldan bir tane dolusunu alıp tahlil etsinler bakalım, içinden; civ civ mi, çıkacak kuş mu çıkacak?

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI