HANİ YAĞMUR ÇADIRIMIN ÜSTÜNE ŞIP DİYE DAMLAMIYOR





    HANİ YAĞMUR ÇADIRIMIN ÜSTÜNE ŞIP DİYE DAMLAMIYOR 

 

1950'lili yılların Yaz aylarında, resmi kurum ve kuruluşlar -Yaz mesaisi- diye bir uygulamaya girerdi. O uygulamanın çalışma zamanı, sabahın saat: 07.00 sinde başlar, 14.00'de biterdi. Bu yöntemin devreye alınmasındaki amaç; kamu görevlilerinin, işlerini enerjik bir beden ve beyinle, öğle sıcaklarına kalmadan bitirmesinin sağlanması olarak düşünülmüştü, herhalde? Bugün, o yılları ve o çalışma yöntemini anımsadığımda "Neden böyle çalışılırdı?"nın yanıtı ancak böyle verilebiliyordu. Fakat bu çalışma şeklinin, ilk kez ülkemiz yöneticileri tarafından mı uygulanmaya başladığı, yoksa Akdeniz'de kıyısı bulunan ve Yaz sıcaklarından etkilenen Avrupa ülkeleri mi başlattı o konuda, bilgi sahibi değilim! Ama gelecek yılların çok daha sıcak olacağı, Dünya nüfusunun durmadan artacağı, içilebilir su oranının çok az ve erişiminin de sıkıntı yaratacağı muhakkak ki, yapılan araştırmalar bunu göstermektedir. Durumun vahametini her an aklımızda tutmalıyız ve bu durum muvacehesinde: işyeri, apartman önü ve otomobil yıkamak gibi bir lüksten vazgeçmek zorundayız. İçme suyunu öyle insafsızca sarf edenler var ki: Belediyenin yıkayacağı yolu ve kaldırımı dakikalarca içme suyu ile ıslatarak, bu durumdan zevk aldığını ve küçük alanı serinlettiğini, suyun'da Okyanuslardan geldiğini  düşünüyor herhalde? Hani zabıta, hani motorlu denetim, hani içme suyundaki tasarruf? Belediye başkanı bir araçla, erken saatlerde şehri dolaşmalı ve genel durumu gözlemlemeli, görünümü tespit edip gerekirse tedbirler getirmelidir. Bu kadar; keyfilik, umursamamak, boşvermişlik ileride sıkıntılar getirecektir. 

BEN O YILLARDA 7 YAŞIMDA İDİM

Bendenizin 1950 yılında, -7- yaşında olduğumu artık biliyorsunuz diye düşünüyorum. Çünkü böyle bir yazı yazmaya kalkıştığımda, yaşımı mutlaka belirtiyorum. O yaşta, ele avuca sığmadığım için, babam sabahın o erken vaktinde, beraberinde beni de, hükümet konağına götürürdü. (O yıllarda halk, Valilik binasını hükümet konağı olarak tanımlardı) Söz konusu o yıllarda, Bakanlıkların şube müdürlükleri, Muğla il merkezi olması hasebiyle, valilik hizmet binası baştan oluşturulmuştu. Taşra örgütlenmesinde çalışanlar; yapının bir veya iki, bazıları üç odada hizmet verirdi. Odaların kimi: -6/7- kimi -8/10- bazısı-40/50- M2 belki, dahada büyüktü. Büyük salon şeklinde olanlar, vergi dairesi olarak tahsis edilen salonlardı. Yapının üst katında ise, yine bugün olduğu gibi Vali ve yardımcısının -Özel kalem ilaveli, koruma polisli makamları- günümüzdeki gibiydi. (O yıllarda Vali Yardımcı kadrosu bir kişi idi, ayrıca Hukuk İşl.Md kadrosu yoktu.) Sözün daha anlaşılır hali ile: Yurttaş, işi için gittiği Valilik binasından, tüm işlemlerini bitirmiş olarak çıkardı. Çünkü kurum müdürlükleri bugünkü gibi şehrin muhtelif yerlerindeki binalara dağıtılıp, serpiştirilmediğinden, o yıllarda her iş, valilik binasında biterdi. 

KÖYDEN ŞEHRE GELEN YURTTAŞ EŞEĞİNİ AĞACA BAĞLARDI  

Bu arada yakın köylerden gelen yurttaş, eşeğini şehrin müsait yerlerinde, var olan ve itiraz edilmeyecek ağaç altları ile çarşıda tanış biliş olduğu kişilerin birinin yakınında, varsa elektrik direğine veya kapalı bir dükkan kepengindeki kilide bağlar, sonra valilikteki işine doğru seyirdirdi. (Şehrimiz ahalisinin yerel ağzındaki seyirtmek sözcüğü: Hızlı adımlarla, varılmak istenen hedefe yürümek anlamında kullanılırdı.) 

ŞEHİRDE İŞ KOŞMAKLA BİTER  

Yurttaş vilayetteki işi bitince ihtiyaç duyduğu tarım ilacı satılan dükkana uğrar, oradan ayrıldıktan sonra, ayrıca kendine veya aile bireylerinin ihtiyacı olan ilacı almak için, mevcut eczanelerden herhangi birine, yahut tanıdığı eczacıya yönelirdi. Eczanede de işini bitirip çıkınca, evdeki dığanda kavurup el değirmeninde öğütülmek üzere çiğ çekirdek kahve almak üzere satıcısına girerdi. Çünkü geçmiş yıllarda kahve günümüzdeki gibi kavrulup, öğütülüp satılmazdı.(Dibek kahvesinden söz eden okuyucular olacak ve eksiğimi tamamlayacaklardır. Ona veya onlara selam olsun) Velhasılı kelam, şehre gelindiğinde, işler işte böyle koş/koş temposu ile bitirilirdi. 

AYAKKABI İÇİN HAFTAYA PERŞEMBE GÜNÜ İÇİN GAVİLLEŞİLİR

Eczaneden çıkınca, evin diğer ihtiyacı olan kolonyacıya girer, yanında getirdiği kolonya şişesine; Zambak veya Sümbül yahut Leylak kokulu kolonya doldurturdu. Limon kolonyası her yurttaş için, süreklilik arz eden tercih olduğu için evde bulunurdu. Hani: ".ayılana gazoz, bayılana limon"  gibilerden. Oradan ayakkabı tamircisine uğrar, tamir edilecek gerek kendinin, gerekse kızanların ayakkabıları varsa tamir için verir ve haftaya Perşembe günü almak için gavilleşirdi. Yapılacak işlerin çözümü bayağı hafifler, ama o arada karnı acıkırdı. 

YOĞURT ÇANAKTA "BANDIRI BANDIRA Yİ BENE(!)" DERDİ 

Arastadaki şadırvanın hemen yakınında veya Tabakhanedeki yoğurtçu dükkana girip, aliminyum çanağa 150-200 gr. Keçi yoğurdu guydurur, ahalinin pek sevdiği ve yerel ağızla: "Akbecik, pasdı gibi egmeg! Yimesi doyulmeyoru, pek güzee oluyoru" diye tanımladığı bu ekmeği, yoğurda bandıra bandıra ve ağzını şapırdata şapırdata tüketirdi. O yıllarda en çok sevilen ekmek, o ekmekti ki: "Bazar Ekmeği" diye tanımlanırdı. Beyaz ekmekten, (Günümüzde 10.00 TL.ye satılmaktadır) 3-4 adet alır, heybeye sokar, eşeğini çözer münasip bir yere kadar çeker ve uygun yerde binerek, (Mübarek eşekte sahibinin geldiğini görünce, kulaklarını dikip öyle anırırdı ki, sormayın gitsin. İster inanın ister inanmayın. O anırmaları bile insan öyle özlüyor ki, bunu anlatamam!) sonra köyünün yolunu tutardı

GELELİM VEHBİNİN KERRAKESİNE

Gelelim Vehbi'nin kerrakesine. O yıllardan bu yıllara doğru gelinceye kadar; iklimler değişmeye başlamış, ısı artmış ve kuraklıktan söz edilir olmuş. Buzullar erirken, sağanak yağmur felakete dönüşmüş, beklenen kar yeterince yağmadığı için yer altı sularının yetmediği artık tedirginlikle açık seçik anlatılır olmuş. Orman yangınları ise, her Yaz, muhtelif yerde, türlü çeşitli nedene dayalı başlarken milli felaket haline dönüşmüştür. Bunun için Gezegenin ağzı dili olsaydı, belki şunları söyleyecekti: 

AH BİR AĞZIM DİLİM OLSAYDI NELER SÖYLERDİM NELER

"Aaah, ah! Nerede o eski güzel; ormanlar, yeşil meralar, bağlar, bahçeler? Üzerimde beni güzelleştiren; yeşilin türlü tonları, çeşitli renkteki doğal çiçekleri ve çeşitli meyve ağaçları, hani nerede? Özellikle orman yangınlarından sonra, kendimi tüyü yolunmuş tavuğa benzetiyorum ve işte ben bunu hiç hak etmiyorum. 

İNSAN GEZEGENİN EN VAHŞİ EN AZGIN DOYUMSUZ YARATIĞIDIR

İnsan denen vahşi yaratık; yer altı sularını, kendisinden tahlil için alınan kan gibi, her yerimden delip, artezyen denen yöntemle çıkarıyor ve vahşi sulama ile keyifleniyor. Fakat gelecekte, bu suların damlası aranacaktır. Çünkü gezegeni bu kadar; hor, insafsız ve acımasız kullanmanın elbette bir bedeli olacaktır, ama bu bedel yıllar sonra gelecek insan nesli tarafından ödenecektir.  Üzerimde yaşayan insan varlığı, -benden sonra tufan- demeyi çekinmeden düşünebilmektedir, bu çok merhametsiz ve mantıksız bir düşünce tarzıdır. İnsan denen yaratık, nasıl oluyor da, gezegeni vahşi yırtıcılar gibi kullanıyor? Anlamıyorum, soramıyorum, çünkü siz insanlar gibi ağzım yok, dilim yok. Sadece masum ve kurallara saygılı insanlar için  ve suçsuz hayvanlar için ağlamak istiyorum ama onu da yapamıyorum, dolayısı ile elimden başka birşeyde gelmiyor!" Diyeceğini ve daha uzun konuşacağını düşünüyorum.   

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI