Şu aralar, iki ölüm olayı birbiri ardına gelince, yaşamımın günlük akışını etkiledi ve yazılarım bir süre ihmale uğradı. Tabii bu nedenle sizlerle buluşmayı ertelemek zorunda kaldım. Kahrolası acımasız ölüm, kardeş ve arkadaş demeden arka arkaya iki can'ı alıp götürdü, toprağa yatırdı. Mis kokulu çarşafla kaplı yataklarda yatıp, sakız beyazı yastıklara baş koyarken, o bedenin kara toprağa yatırılması cidden içler acısı. Ama ölüm mezarda yatak istemiyor, kahrolası ölüm böyle bir hakkı tanımıyor. Kazara dikkatsizlik sonucu oluşan küçük bir çiziğin kanamasını durdurmak için bile acil servise başvurulurken, yıllarca türlü çeşitli tedavi yöntemleri ile koruduğumuz kıymetli bedenimizin, bir kefenle toprağa konulmasını yeterli buluyor. Ah be ölüm sen ne acımasızsın.
GÖZLERİNİZ KAPANIP KALBİNİZ DURUNCA
Gözleriniz kapanıp, kalbiniz durduktan ve toprağa verildikten sonra, artık bir daha geri dönülmüyor. Cansız beden çürümesi için toprağa, yaşarken çekildiğiniz ve çerçeve içine aldırdığınız herhangi bir fotoğrafınız, evinizdeki odalardan birinin duvarına asılıyor. Hani; onca yıllık yaşam? Hani o anılar, hani o kahkahalar, o sohbetler, nerede ananızın, babanızın ölümünde hıçkırıklarla ağladığınız an'ın gözyaşları, acısı bitmeyen o günler, o geceler? İşte hayat. Gözünüz kapanınca kalbiniz durunca her şey bitiyor.
ÖNCE KARDEŞİM SONRA TANER TAŞER
Önce canımın yarısı kız kardeşimi, kısa süre sonra çok sevdiğim kıymetli arkadaşım Taner Taşer'i kaybetmenin üzüntüsünü hâlâ yaşıyorum. (Bu arada başsağlığı dileklerinize çok teşekkür ediyorum, iyi ki varsınız.)
KARNI BÜYÜK KOCA DÜNYA
Ancak içimden: "Ah ülen karnı büyük Koca Dünya, durmaksızın genç demiyor yaşlı demiyor rastlarsan, alıp götürüyorsun ama bir türlü doymuyorsun" öte taraftan, Tanrı'nın özene bezene yarattığı, bu nedenle çok sevdiği kullarını, evrende bulunduğu kata taşıdığını varsayıyorum. Bunlardan en önemlisi: Ömrünü, Türk Ulus Devletini kurup, 57 yaşında Tanrı katına yerleşen Atatürk'ü, tek örnek olarak alıyorum. Ama: ".keşke Yunan galip gelseydi" diyende aklımdan çıkmıyor ve üzülerek bu nasıl yurttaşlık diye mırıldanıyorum.
YURTTAŞ SÖYLESE HAVA CIVA İDİ
(14/07/24) günü Cumhurbaşkanlığı Baş Danışmanı, bir TV kanalında, iki gazeteciye röportaj veriyordu. Konuşmasının bir bölümünde: ".birbirimizi sevmeyi öğrenir ve bunu becerebilirsek sorunların çözümü kolaylaşır" dedi. Dediği doğru idi ve bir yurttaş olarak bu düşünceye katılmamak mümkün değildi, çünkü buna inanıyordum. İşte bunun için başta Atatürk olmak kaydı ile Tanrı katına yerleşen diğerlerini sevmek ve rahmetle anmakla mümkün olacağı gerçeğini de, unutmamaktan geçtiğini düşünüyorum.
ATATÜRK'E KÜFRETMEK KARŞISINA 45 MİLYONU ALMAKTIR
Zira Atatürk'e hakaret edip küfretmek, büyük bir aydın kitleyi gücendirdiğinden, toplumsal kırgınlık ve sıkıntı oluşturuyor, böylece kitlesel bir tepki ortaya çıkıyor. Konuşarak sorun çözme kültürümüzün bir türlü geliştirilememesinden ötürü çözümü, öfkemizin şiddeti ile kesici, olmazsa ateşli silahla bitirmeye çalışma yöntemimiz, yaşamımızın devamını, mahkeme kapılarında çare aramamıza ve sonuçta demir parmaklıklar arkasında sürdürmeye götürüyor! Oysa konuşarak çözüm geliştirmeyi bir becerebilsek, her sorun Tereyağdan kıl çeker gibi hallolacak, çözümler, Başdanışmanın değinmesindeki gibi, başarıya ulaşacak.
ÖFKE BAL'DAN TATLIDIR AMA.
Koyu kıvamlı Atatürk düşmanı olmak, çağa uyamamak hiçbir sorunu asla çözmez ve bulunduğumuz noktada debelenir dururuz. Gençlerin kıyafetlerini eleştirirken: ".çarşı/pazarda et görmekten bıktık" diyen dilin, tavır ve tarzı hiçbir zaman başarılı olamaz ve dahi bu tür konuşmalarla bir yere varılamaz. Çünkü bu yıllara gelinceye kadar, günümüzün yaşlıları öyle değişiklikler yaşadı ki, şaşırmamak elde değildir. Ama bu değişiklikler, gençlik hevesiydi ve gelip geçiciydi! İşte bu noktada; bakışınız net, ufkunuz, derin ve geniş olunca, durum vaziyetine hoşgörü ile yaklaşırsınız. Çünkü günümüzün genç insanları, Dünya genç nüfusa adapte olmak durumundadır, genç kuşağının yaşam şekline ne yapıp edip uyacaktır! Kalıcı sanılan alışkanlıklar, zamanı gelince bitecektir ve bu değişmez bir kuraldır, hiç biri kalıcı değildir, bu nedenle celallenmeye, gürleyerek esip yağmaya gerek olmadığını belirtmek isterim. Sayın hocafendi güzel canınızı sıkmayın! "Birbirimizi sevmeyi öğütleyin ki, sorunları kolayca çözelim" Karşımızdaki kişinin düşüncelerini saygı ile karşılarsak mutlu yaşarız. Cumhurbaşkanı Başdanışmanı ne güzel öneriyor? İşte bu belirteç sözcüğü bu nedenle, önem arz ediyor! ".birbirimizi sevmeyi öğrenebilirsek..!"
ONUN İÇİN GELİN
Onun için gelin öfkenizi hapsedin, anlayış ve hoş görünüzü özgürleştirin. Çünkü huzur, özgür ortamı sever ve yönünü hep noktaya çevirir. Bu arada atalarımız, ne demiş: "Öfke Bal'dan tatlıdır!" İyi, hoş ve dahi pek güzel! Öfke Bal'dan tatlı olabilir. Hatta bunu herkes bazen, istenmese de yaşayabilir. Ama atalarımızdan bir başka grup, açıklamayı bakın ne diye cevaplamış: "Öfke ile kalkan, zararla oturur!" Yaaa!