SÜKÛTUHAYALE UĞRAMAK

 Çocukluk yıllarımda, ailece görüştüğümüz, hatta akrabalık derecesinde yakınlık hissettiğimiz, yerli ahalinin: "Hafız" adı ile bildiği, bir din görevlisi tanıdığımız vardı. İlkokula başladığım 1950 yılında, 60'lı yaşlarda idi. Eşine teyze diye hitap ederdim, her ikisi de iyiliksever insandı. Çocukları yoktu, teyze her gidişimde, bana ve evine gelen diğer çocuklara; lokum, bisküvi, akide şekeri, leblebi şeker gibi çeşitli abur cubur yiyecek ikram eder, yenilmesi için ısrarlı davranır, yerel ağızla: "Hedi, yi baken çocum" diye sık sık uyarırdı. Ama babaannem arsızlık etmesin, hiç görmemiş gibi davranıp saldırmasın diye, kimseye belli etmeden eliyle yavaşça dürter, bende o an hemen yüzüne bakar, uyarıyı alırdım. Gözlerini bir/iki saniye aralığı ile fal taşı gibi açar, kaşı kalkar, sessiz ama dudakları ile: "Az yi!" derdi. Böylece misafirliğe gidildiğinde, daha önce öğretilen kural anımsatılmış, görgülü olmanın gereği yavaş ve az yemem sağlanmış olurdu. Teyze, babaanneme "Abla" diye hitap ederdi. "Abla çocuk neden az yipduru? Yoosa gini bişe mi dedin?" Diye sorardı.

 (Hafız Dayı) diye hitap edenler, çocuklar ve orta yaş grubu idi. O zamanlar, hakkında edindiğim bilgiye göre (Hafız) Çocukluk yıllarında çobanlık yapmaktan ilkokula gidememiş, onu Kur'an kursuna kaydettirmişler. Kursu bitirdiğinde genç bir hafız olarak şehrimize gelmiştir. Genellikle ilçe merkezinde; izinli, hasta, mazeretli imamların yerine görev yapmaya ve kuran kursunda öğretici olarak çalışmaya başlayan hafız, yiyip içmek, yatıp kalkmak için yıkık dökük bir binada kalırmış. Ceset yıkamak, kefenlemek ve defnetmek o yıllarda ücretli olduğu için, işlemi öğrenmiş ve bu yollardan para kazanıyormuş. Ayrıca mevlitlerden de, ücret alması nedeniyle cebi para görür olmuş ve dolayısı ile ayakları üzerinde rahat durmaya başlamış. Gençlikteki yaşamı ile ilgili, kulaktan dolma öğrendiğim, özet bilgiler bunlardı.

 Belli yaşa gelince, evlendik. İki kişiydik dört kişi olduk. Şu yaşam gerçeğine bakın ki, şimdi gene iki kişi kaldık. Hafız efendi ve teyze de, daha çok yaşlanmıştı. Bu arada rahmetli din adamının ilginçliği ve beni şaşırtan, yemek alışkanlığı vardı ki, biraz sonra okuduğunuzda umarım sizde hayret edeceksiniz!

 İyi insan Hafızefendi, son derece; namuslu, dürüst ve ahlaklıydı. Ama her yatsı namazından sonra eve geldiğinde, küçük odasının ocağında, eşi; dığana bir parça kavurma et koyar, içine soğan doğrar, dığanın içindekiler sacayağının üzerinde pişerken, içine üç yumurta kırardı. Bu yemek yerel ahalinin ağzında "Mıhlama" adı ile tanımlanırdı. (Aslında Mıhlama Rize yemeğidir, bir başka tür'dür.) Yemek pişerken, Hafızefendi yer sofrasına bağdaş kurup oturur, eşi sofra bezini serer; üzerine kasnak, kasnağın üzerine sini, sininin üzerine Mıhlama dumanı tüterek gelirdi. Sonra, eşi diğer odaya geçer, Hafızefendi yemeğin üzerine bol Karabiber eker ve besmele çekip eliyle yemeğe başlardı ki, ben bu yeme biçimini film gibi seyrederdim.(Aç insanın yemek yiyişi öyle can attırır ki!) Ayrıca mübarek mis gibi kokar, işte o zaman çok canım çekerdi. "Buyur" dese de, ben yanaşmazdım. Zira daha önceden duyduğuma göre, yiyeceği miktar olarak belli imiş. O miktarın ne azını nede çoğunu yermiş, onun için kuralı bozmak istemezdim.

 Kalaylı küçük sini üzerine toplu iğne başı kadar da olsa ekmek kırığı dökülmez, bir/iki dökülse bile hemen parmağını bastırarak alır ve dilinin üzerine koyardı. Çünkü ekmek kutsal bir yiyecekti.(Birde günümüzde atılan ekmekleri düşünüyorum da!)Yatsı namazı sonrası, ihmal edilmeden her gün yenilen, tek düze bu yemekten sonra, sade kahve içer ve elini ağzını yıkadıktan sonra, eşi (Aynı odaya, yer yatağını serer, efendisini yatırırmış.) Eşinin söylediğine göre, yatar yatmaz da, uykuya dalarmış! Çünkü sabah namazına kalkması için erken yatması gerekiyormuş.

 Yatsıdan sonra yenilen yemek için, günümüz beslenme uzmanları ve özellikle sevgili arkadaşım (Prof. Dr. Kardiyolog Kemal Şençoban bu beslenme için ne der bilmiyorum? Ancak her gün, Tanrı'ya tapınırken kılınan beş vakit namazın fiziki hareketlerinden, yarar görüyordu diye düşünüyorum!) Eşinden öğrendiğime göre, bu tür yeme alışkanlığı, evlenildiği gün başlamış, 93ncü yaşına, yani ölümüne kadar sürmüştür. Ölümünden evvel, dört gün hasta yatmış, beşinci gün vefat etmiştir. Tanrı rahmetini esirgemesin.

 Şimdi gelelim Hafızefendinin cehaletine ve inanılmaz; ihmaline, yanlışına, yanlışın sonucuna. Hafızefendi; yukarıda da belirttiğim gibi; dürüstlüğü, namusu, ahlaklı ve güvenilir kişiliği ile tanınırdı. O yıllarda günümüzdeki gibi küçüklere taciz ve de, ahlâka mugayir olaylar bilinmez duyulmazdı. O zamanın behrinde şehirde banka çeşitliliği de çok değildi. Çevre köylerden bazı erkek ve kadınlar(Genellikle pazarcı esnafı) Sanırım(Gizli) tasarruflarını(Para, ziynet ve Altın) saklaması için; Hafız efendiye teslim ederlermiş. Eşinin anlattığına göre, o emanetler "Çıkın" içinde verilir, Hafızefendi de, çıkını açtırıp bakmaz, içinde ne olduğunu sormazmış. (İnanılır gibi değil, emanetini veren "Bu eksik" dese, Hafızefendi o zaman ne ederdi bilmem?) Okuma yazma bilmediği için, hangi çıkın kime ait ondanda, bihabermiş. (Tedbirsizliğin bu kadarına pes! Bir gün ansızın ölebileceğini, din adamı olmasına rağmen hiç aklına getirmemiş. Aniden ölürsem, eşim nasıl olur da, bu emanetleri sahiplerine iade eder) diye de, düşünmemiş. Üstüne üstlük, menkul değerlerini teslim edenlerde okuma yazma bilmiyormuş. Örneğin: Mücre içinde 20 yıl önce teslim edilen "Çıkın"lar varmış! Ne aranır, ne sorulurmuş. Oysa atasözü: "Hafıza-i beşer nisyan ile malûldür" Der. Türkçe meali: (İnsan hafızasının eksikliği, unutkanlığıdır ve unutkanlık insan halidir.) Belki de, sahipleri emanetleri kime verdiklerini veya böyle bir emanet verip vermediklerini unutmuş olabilirler veya ölmüş de olabilirler.

 Sabaha doğru, babamı uyandırmışlar, durumu anlatmışlar: "Hafiz sizlere ömür!" demişler. Bana da haber verdiler, 45 dakika sonra babamla evine gittik, şafak vaktinde kadınlar çoğunlukta idi. Yukarı çıkıp oturduk Biraz sonra babamın yanına bir hanım geldi ve kulağına bir şeyler fısıldadı, babam: "Her yeri aradınız mı?" Diye sorunca, genç hanım: "Aradılar dedi."Babam yerinden kalktı, ben içeride kaldım.

 Yarım saat sonra geldi: "Hayrola?" Diye sordum, "Hacının mücresi yokmuş!" Dedi, Ben mücre'nin küçük bir sandık olduğunu, o an öğrendim ve olaydan haberim oldu. Orada bulunanların hiç biri, hiçbir şeyden haberi yoktu. İçinde; para, altın ve ziynetlerin olduğu söylenen küçük sandığın(Mücre) akıbeti hakkında, aradan geçen 30 yıl içinde hiçbir bilgi edinilememiş, sahibi olduğunu söyleyen ve emaneten verilen menkullerden hiç birini almaya gelen de, olmamış. Mücre ise herhalde, Hafızefendinin ölüm anın da ki, o telaş sırasında biri,(Yaşlılık zamanlarında yardım amaçlı eve girip çıkan olurmuş) Mücre nin yerini öğrenmiş ki, onu alıp gittiği en güçlü ihtimal olarak genel kabul gördü. Ama bir sanı kalmaktan öteye gidemedi.

 Güçlü Tanrı sevgisi ve saygısına karşın, cehalet ve eğitimsizlik; ortaya konulan veya konulacak insani iyiliklerin sonunun, büyük ihtimalle olumsuzluklarla biteceği düşüncesi oluşturuyor! Hafız efendinin yaşadığı zamanda, güvenilir insanlar hep vardı bugün de, var. Ama ortaya çıkabilecek yanlışlar, cahil cesareti ile dağın arkasını görebildiğini söyleyenlerin başarısızlıkları ve yanlışları ile dolu. Umutlar hep bu nedenle sükûtuhayale uğramaktadır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

        

YAZARIN DİĞER YAZILARI