Okuyucular arasında, Enternasyonal İzmir Fuarını anımsayanların çok olduğunu düşünüyorum. Yaz'ın gelmesini, bu fuar için dört gözle bekler, günleri iple çeker, gitmeden heyecanını yaşardık. Fuar 1936 yılının 1 Eylül günü, Lozan kapısında yapılan bir törenle İsmet İnönü tarafından açılmıştır. İzmir kültür parkta kurulan fuar, sanki parkla özdeşleşmişti, zira ikisi bir bütünü oluşturuyordu. Türk insanı için çook farklı bir Dünya idi, fuar. İnsanımızın rüyasında bile göremeyeceği yenilikleri, teknolojik ve elektronik ürünleri, pavyonlarda(Sergi alanları) seyrettikçe "ağzı bir karış açık" kalırdı.
Fuar için o yıllarda, halk: "Şöyle güzel, böyle güzel, fuar bizim için ayrı bir Dünya, gelip görmeseydik gözümüz açık giderdik" derken, "Ben bu yaşıma kadar böyle bir şey görmedim" diyen(Fuarı ilk kez gören yaşlı!) hayranlığını bu kısa cümle ile ifade ederdi. Diğerleri: "Onu gördün mü, öbürüne uğradın mı, ona bindin mi, oraya girdin mi, ne güzeldi değil mi?" gibi soruları art arda eklerdi. (Şehrine dönen ziyaretçinin, akşam ev oturmalarında yaptığı, fuar sohbetleri ve gezi detayları ile ilgili sorulardı. Böylece daha çok pavyon ve etkinlik görmenin farkı, bu sorularla gizlice mukayese edilirdi!) Ve yapılan muhabbetlerdeki konuşmaların tamamı fuar idi, bir araya gelindikçe konuşulur, bıkılmaz ve bu nedenle unutulmazdı.
Ne tekim, bir ay boyunca, Türkiye'nin her ilinden, kasabasından ve köyünden, fuara gidilir, fuar alanı tıklım tıklım dolar, sabahın 03-04.00 üne kadar, halk bu parktan çıkamazdı. Hatta bazıları yaz gecesi, gökyüzündeki yıldızlara bakarken çimenlerin üzerinde uyuyakalırdı. Gazinolarda o yılların ünlü ses sanatçıları, alacakları ev'in veya otomobilin parasını kazanır, İstanbul'a cebindeki para, içindeki sevinçle dönerdi.
İzmir fuarı anlatmakla bitmezdi, bir tekerleme bu hayranlık için biçilmiş kaftan gibiydi(Geziye uyarlandı) "Fuar için köyden geldim İzmir'e, şaşırdım birden bire!" Çünkü o yıllardaki fuar ve İzmir ziyareti kişide farklılık yaratırdı. Taşra yurttaşının; o güzellikleri, ilginç detayları ve yabancı ülke pavyonlarında sergilenen ürünleri, gördükçe gözleri fal taşı gibi açılırdı!
Günümüz gençleri için ise, fuar hiçbir anlam ifade etmez! 1960'larda Türk halkı ikamet ettiği; şehir, kasaba ve köyden Fuara geldiğinde, burada gördüklerine hayret eder, kendi kendine(Ege ağzı ile): ". güzee Allah'ım nerleri geldim ben?" Diye mırıldanır, iç geçirir ve hayretini gizlemeye çalışırdı. Kültür parkın ışıl ışıl aydınlatılmış hali, mırıldanmasının sürgit olmasına neden olur, içinden: "Allah'ım bunna naha gandil bööle, bizim orlaada heç yok?" Demekten kendini alamazdı. Gazinoların yanından geçerken: "De gidi güzee Allah'ım de! Bi tarafda çalgılaa/galgıla, bi tarafda türlü çeşitli yiğiceklee/içiceklee.
Eeey gidi, yerin göğün yaradıcısı, her şeyin saabı, Allah'ım. Bizi neden İzmir'leede yaradmadın da, köölere doğru atdırıvedin?" Diye, iç geçirirdi.
Fuar dışına çıktığında ise: "Vızır vızır tenezzühden geçilimaz" Diye ezilme tehlikesi için tepki verir(Tenezzüh gezinti demektir. Ancak halk bunu o yıllarda, otomobil tanımı olarak kullanırdı.) Yolun ortasından tehlikeli şekilde karşıya geçerken, apartmanları seyreden yurttaş: "Gocu gocu evlee" diye hayretini belirtir, belediye otobüslerini görüncede: "İçi iisan kakılıpduru, sıkış/depiş naha mineele anneyimedim?" diyerek şaşkın bakışları ile seyrederdi.
"Böyük Allahım, aglımı mukayyed ol!" Diye söylene söylene, ailesi ile gezerken çevreyi gözlemlemeyi sürdürür, bazen o kalabalıkta, önündeki insana keyerdi. (Keymek o yıllarda, birine fark etmeden çarpmak anlamında kullanılırdı) O anda da, koluna girdiği erkek torunu, hemen: ".böyügana, yörürken önünübag, gosgoca adamı keedin! Adam gızdı perdon dedi." Büyükannesi: "U dedigi ne?" Torunu, pardon'un anlamını öğrenmemiş, bilmiyordu. Ama biliyormuş gibi tahminde bulundu: "söödü!"
Fuar kültür parktan taşınmayacaktı. Taşıyanlar büyük hata yaptı, anılarımızı mahvetti, geçmişe olan özlem duygularımızı ayaklarının altında ezdi, zevkini, heyecanını ve hasret duygusunu bitirdi. Çok yanlış oldu, nasıl oluyorsa oluyor; her şeyi kendimize benzetiyoruz, beceriksizlikte iş bilmezlikte üstümüze gelebilmiş yok.
Bu arada, dün torunuma ambalaj içinde çubuklu dondurma alırken, aklıma fuara ilk gittiğim yıl geldi. Çubuklu dondurma ile o zaman tanışmış, merak edip almıştım. Koruyucu kağıdı açarken yutkunmuş, açtığımda beyaz SÜTSAN dondurmasını gördüğümde de şaşırmıştım. Çünkü bizim bildiğimiz dondurma külahta tüketilirdi. Önce kokladım! Nasılda misler gibi taze süt kokuyordu! Sizde alıp yediyseniz bunu hissetmişsinizdir. Şimdi o SÜTSAN'ı fuar özlemi ile birlikte anımsıyorum.
Hele o buz üzerine dökülmüş, kabukları soyulmuş badem. Onu yedikten sonra yemek yiyemezdim. Aç gözlülüğün görmemişliğin sonunda abur/cuburla karnım doyardı. İnsan görmeyip, önünde buluverince aksırıncaya tıksırıncaya kadar yiyor. (Belki ben böyle yapıyorum. Oysa herkesin evinde olduğu gibi, evimizde kabuklu badem vardı. Hatta annem misafir yemeklerinde, bademi ağartır pilavda kullanırdı.) İyi ki, yaban ellerde hasta olmadım. Ama Sütsan'ı bu yaşıma kadar hiç unutamadım.
Bu arada, birbiri arkasına başlayan orman yangınları için hüznümü belirtmeden geçemeyeceğim. Düzenli ve koordineli bir kundaklama ile karşı karşıya olduğumuz açık seçik ortada. Yangınların, pek çok yerde aynı an'da başlaması çok ilginç!!! İlk aklıma gelen, bu kundaklama için iletişim araçlarından yararlanıldığı düşüncesi! Kişilerin, olayları şöyle gerçekleştirmiş olabileceğini varsayıyorum: Piknik, avcılık veya gezi amaçlı yürüyüş görüntüsünde, ormanın derinliklerine giren zanlıların, daha sonra (Bir ihtimalle) kendilerini alalayarak belli noktalara koydukları veya gizlediklerini tahmin ettiğim yanıcı düzeneklerin, belirlenen zamanda telefon çaldırılarak ateşlenmesi. Böylece tüm kundaklama sisteminin devreye girmesi ve yangının aynı anda gerçekleşmesi diye, düşünüyorum.(Bazı ülkelerde, çok katlı binaların yıkımında kullanılan sistem gibi.)
Tanrı'm; Türkü, Türkiye'yi ve insanlığı doğal ve doğal olmayan felaketlerden, koru.